Her yıl eylül ayında New York’ta toplanan Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, dünyaya barış ve adaletin vitrini olarak sunulur.
Devlet başkanları kürsüye çıkar, insan hakları, özgürlük ve ulusların eşitliği üzerine süslü beyanlarda bulunur. Oysa aynı anda Gazze’de siviller bombalanır, Afrika’da açlık büyür, mülteciler Akdeniz’de boğulur. Bu keskin çelişki, artık yalnızca retorik bir uyumsuzluk değil, BM’nin kurumsal karakterini ifşa eden çıplak bir hakikattir.
BM’nin 1945’teki kuruluş ideali, uluslararası barışın tesis edilmesi ve ulusların eşit temsiliydi. Ancak bu ideal, daha baştan yapısal bir istisnayla zedelendi. Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesine (ABD, Rusya, Çin, Fransa ve Birleşik Krallık) tanınan veto hakkı, yüzlerce ülkenin iradesini birkaç başkentin stratejik çıkarlarına tabi kıldı. Böylece BM, eşitlik söylemiyle kurulmuş olsa da, aslında güç dengesini kurumsallaştıran bir yapı haline geldi.
İşleyişin Çıkmazları
BM’nin en güçlü organı olan Güvenlik Konseyi, barış ve güvenliği sağlamakla yükümlüdür. Ancak daimi üyelerden herhangi birinin vetosu, alınacak kararları işlevsiz bırakmaktadır. Bu nedenle, ABD’nin İsrail politikalarını korumak için kullandığı veto, Rusya’nın Suriye iç savaşındaki müdahalelerini meşrulaştırmak amacıyla engellediği kararlar ya da Çin’in Myanmar’a ilişkin tasarılara yönelik itirazları, uluslararası hukukun sermaye ve jeopolitik dengelere bağımlı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Genel Kurul ise her üyenin eşit oy hakkına sahip olduğu bir forumdur. Ancak burada alınan kararlar yalnızca tavsiye niteliğindedir; bağlayıcı değildir. Dolayısıyla, Küresel Güney ülkelerinin güçlü bir blok olarak dile getirdiği adalet çağrıları, siyasi söylem düzeyinde kalmakta, gerçek yaptırım gücü yine Güvenlik Konseyi’nin dar çemberinde toplanmaktadır.
Bu yapısal sorunlar, tarihin kritik anlarında açıkça görünür hale gelmiştir.
- Ruanda (1994): 800 bin kişinin öldürüldüğü soykırım, Güvenlik Konseyi’nin kararsızlığı ve büyük güçlerin müdahale isteksizliği nedeniyle önlenemedi. “Bir daha asla” sözü, birkaç hafta içinde boş bir slogana dönüştü.
- Bosna (1992–1995): Srebrenitsa’da on binlerce sivil BM “güvenli bölgesi”nde katledildi. Barış gücü askerleri yetersiz kaldı ve uluslararası toplum, sorumluluğunu yerine getirmedi.
- Irak (2003): ABD, BM Güvenlik Konseyi’nden yetki alamamasına rağmen Irak’ı işgal etti. Kitle imha silahları yalanı üzerine inşa edilen bu savaş, BM’nin uluslararası hukuku koruma kapasitesinin tamamen baypas edilebileceğini gösterdi.
- Filistin (1948’den günümüze): Onlarca BM kararına rağmen İsrail’in işgali sona ermedi. ABD vetoları, Filistin halkının temel haklarını korumaya dönük her girişimi sistematik biçimde engelledi.
Bu örnekler, BM’nin yalnızca başarısızlıklarını değil, aynı zamanda emperyalist güç dengelerinin doğrudan bir aracı olduğunu ortaya koymaktadır.
BM’nin işleyişi, uluslararası hukuk ile küresel güç dengeleri arasındaki asimetrik ilişkiyi kurumsallaştırmaktadır. İnsan hakları ve özgürlükler, ancak büyük güçlerin çıkarlarıyla örtüştüğü ölçüde gündeme alınır. Aksi durumda katliamlar “çatışma”, işgaller “operasyon”, sivillerin zorunlu göçü “geçici yer değiştirme” olarak adlandırılır. Dil, burada adaletin değil, hegemonik iktidarın aynasıdır.
Bugün Gazze’de yaşananlar bunun güncel örneğidir. BM kararları kâğıt üzerinde kalsa da, sivillerin ölümü istatistiksel kayıtlara indirgenmekte; işgalin kendisi ise uluslararası söylemde görünmezleştirilmektedir.
Reform Söyleminin Sınırları
Küresel Güney uzun süredir Güvenlik Konseyi’nin genişletilmesi, daimi üyelerin sayısının artırılması ve veto hakkının sınırlandırılması yönünde talepler dile getirmektedir. Hindistan, Brezilya, Güney Afrika ve Nijerya gibi bölgesel güçler, artan nüfusları, ekonomik ağırlıkları ve uluslararası krizlerde üstlendikleri roller nedeniyle “yeni temsil” arayışını gündeme getirmiştir. Benzer şekilde Almanya ve Japonya da İkinci Dünya Savaşı sonrasında dışlandıkları bu yapıya dâhil olmak istemektedir.
Bu arayışların kurumsal çerçevede ilk ciddi ifadesi, 2005 Dünya Zirvesi’nde gündeme gelmiştir. G4 ülkeleri olarak bilinen Almanya, Japonya, Hindistan ve Brezilya, Konsey’in genişletilmesi için ortak bir öneri sunmuş; ancak bu girişim, hem mevcut daimi üyeler arasındaki çekişmeler hem de Afrika kıtasının dışlandığı yönündeki eleştiriler nedeniyle sonuçsuz kalmıştır. Aynı dönemde Afrika Birliği, “Ezulwini Mutabakatı” ile iki daimi ve beş geçici üyelik talep etmiş, fakat bu öneri de somut bir karşılık bulmamıştır.
Ne var ki bu girişimlerin hiçbiri somut bir sonuç doğurmamıştır. Çünkü reform, bizzat ayrıcalıklı konumlarını kaybetmek istemeyen mevcut daimi üyeler tarafından engellenmektedir. Her bir daimi üye, kendi nüfuz alanını zayıflatabilecek bir genişlemeye karşı çıkmakta, dolayısıyla uzlaşı zemini oluşmamaktadır. Bu nedenle reform tartışmaları sürekli ertelenen, dairesel bir gündeme dönüşmektedir.
Dahası, reform tartışmaları büyük ölçüde normatif düzeyde kalmaktadır. Akademik literatürde bu durum “kurumsal inersiya” (kurumsal ataletsizlik) olarak tanımlanır: bir kurum, kendi işleyişini kökten dönüştürme kapasitesine sahip olsa bile, mevcut güç dengeleri buna izin vermez. Bir başka deyişle, BM’nin reform söylemi, yapısal eşitsizlikleri meşrulaştıran bir işlev de üstlenmektedir. “Reform ihtiyacı” sürekli kabul edilmekte, ama hiçbir zaman hayata geçirilmemektedir.
Bugün gelinen noktada BM, reformu konuşan ama reform üretemeyen bir yapıya dönüşmüştür. Bu çelişki, örgütün meşruiyetini zedelemekte ve özellikle Küresel Güney ülkelerinde derin bir güvensizlik yaratmaktadır. Her yıl Genel Kurul kürsüsünde yinelenen “daha adil bir temsil” çağrıları, aslında eşitsizliğin kurumsallaşmış halini görünür kılmaktadır.
Sonuç
Bugün Birleşmiş Milletler, ulusların eşitliğini temsil eden bir kurum olmaktan çok, emperyalist düzenin sürekliliğini sağlayan bir sahnedir. Genel Kurul kürsüsünde dile getirilen her “eşitlik” ve “adalet” vurgusu, aslında bu çelişkinin üzerini örten bir perde işlevi görmektedir.
Şunu teslim etmek gerekir: BM, uluslararası sistemden bağımsız değildir; tam tersine, onun kurumsal ifadesidir. Bu nedenle kurumun işleyişini reform önerileriyle “düzeltmek” mümkün olsa da, onu bütünüyle adil ve tarafsız bir yapıya dönüştürmek mevcut dünya düzeni içinde imkânsızdır. Çünkü bu düzenin kendisi, eşitsizlik ve tahakküm üzerine kuruludur.
Ruanda’da soykırımı önleyemeyen, Irak işgalinde devre dışı bırakılan, Filistin’de onlarca kararını uygulatamayan bir kurumun adalet dağıtma kapasitesi sorgulanmadan bırakılamaz. Bu örnekler, uluslararası hukukun ancak güçlülerin izin verdiği ölçüde işlediğini; zayıfların haklarının ise çoğu zaman müzakere dahi edilmeden ertelendiğini göstermektedir.
Dolayısıyla BM’yi eleştirirken yalnızca kurumsal yetersizliklere değil, aynı zamanda dayandığı yapısal eşitsizliklere bakmak gerekir. “Ulusların eşitliği” söylemi, büyük güçlerin kendi ayrıcalıklarını gizlemek için kullandıkları bir masaldan ibarettir. Bu masal sürdükçe, dünya halkları adalet beklentilerini sürekli ertelenmiş bir geleceğe havale etmek zorunda kalacaktır.
Gerçek adaletin imkânı ise BM’nin mevcut sınırlarının ötesinde düşünülmelidir. Adalet, yalnızca ulus-devletlerin çıkar dengeleriyle değil; insanlığın ortak değerleri, tarihsel deneyimleri ve evrensel hukuk ilkeleriyle inşa edilmelidir. Bir başka deyişle, BM’nin bugünkü yapısında mümkün olmayan adalet arayışı, daha kapsayıcı ve bağlayıcı bir uluslararası düzen ihtiyacını sürekli hatırlatmaktadır.
Görsel: Birleşmiş Milletler
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: