Sosyal bilimler alanında Türkiye üzerine akademik araştırmalara yer veren saygın süreli yayınlar arasında olan “Turkish Studies” dergisinde önemli bir makale yayınlandı.
“Türkiye’de ilk rekabetçi otoriterlik örneği: Demokrat Parti, 1950-1960” başlıklı makale, Türkiye’de çok partili hayatın başladığı dönemi yenilikçi bir yordamla irdeleyerek, tartışmaya açıyor. Süleyman Gökçe imzalı makale, 1950-1960 arasındaki Demokrat Parti (DP) iktidarını “Türkiye’deki ilk rekabetçi otoriterlik vakası” olarak nitelerken, dönemin siyaset örüntüsü üzerine ilk kez ortaya koyduğu savlarla, okuyucuyu alışıldık anlatıların kolaycı açıklamalarından kaçınmaya, yerleşmiş kalıpların dışına çıkmaya ve açık fikirli eleştirel bir tartışmaya davet ediyor.
1 Eylül’de yayınlanan makalede ilk bakışta dikkati çeken savlardan biri, her demokratik geçiş girişiminin veya demokrasi denemesinin sonunun liberal demokratikleşmeyle bitmediğini vurgulaması. Kurumsal denge-denetleme mekanizmalarının yokluğunda, siyasi kültür yeterince olgunlaşmadığında, demokratik gelenekler yerleşmediğinde, baskın siyasi liderler içi boş popülizmin ve slogana dayalı kutuplaşmanın kolaycılığını tercih ettiğinde otoriterleşmenin durdurulmasının zor bir ivme kazandığını aşamalı şekilde görüyoruz.
Dahası, demokrasinin adeta tek yönlü çıkmaz bir sokağın içinde dolaşmaya başladığını, nihayetinde çöktüğünü saptıyoruz. Makale, çok önemli bir başka hatırlatma daha yapıyor: Demokrasi sadece seçim düzenlemekten ibaret bir rejim değil. Liberal demokrasi, esas olarak seçimler arasında geçen dönemlerde serbest ve adil rekabete, özgür fikir yürütme ve tartışma ortamına, basının eleştirilerine ve sivil toplumun katılımcılığına, muhalif görüşlerin toplumsal ve kurumsal ölçekte serbestçe faaliyet göstermesine kısıtlama olmaksızın imkan sağlayan bir özgürlükçü yönetim biçimi. Çoğunluğun baskısına karşı azınlığın haklarını koruyan, muhalefete barışçıl yollardan iktidara gelme imkanı veren biricik ve emsalsiz bir rejim türü. Bu nedenle, her dönemde ve her koşul altında üzerine titrenmesi gereken çok değerli bir yönetim şekli.
Demokrasiyi emsallerinden belirgin şekilde ayıran bu durumu, DP döneminde yaşanan tecrübeleri irdeleyerek ortaya koyan makalenin dünyadaki siyaset bilimi literatürüne ve çağdaş Türkiye siyaseti çalışmalarına yenilikçi katkılarıyla alanında kısa süre içinde kurucu ve referans bir metin haline geleceğini, üzerinde konuşulacağını söylemek şimdiden mümkün görünüyor. Makalenin katkıları arasında üçü özellikle dikkat çekiyor:
1. Makale, siyaset bilimciler Steven Levitsky ve Lucan Way’in güncel demokratik gerileme vakalarını açıklamak amacıyla geliştirdikleri rekabetçi otoriterlik kavramının sınırlarını dünyada ilk kez Soğuk Savaş döneminin başlangıcına kadar çekiyor ve 1950 yılında başlayan Demokrat Parti (DP) iktidarına uyarlıyor,
2. Çok partili dönemde Türk sağının soy kütüğünün kuruluş anını ve merkez sağ siyasetin başlangıç durağını simgeleyen DP’nin, yerleşik kanaatin aksine, başından itibaren demokratik bir yönetim yerine otoriter bir rejimi bilinçli bir tercihle kurduğunu ortaya koyuyor,
3. DP döneminin çağdaş Türkiye siyasetindeki ilk rekabetçi otoriter rejim olduğunu gösterirken, aslında çok partili hayatın erken aşamasında demokrasi dışı aktörlerin müdahalelerinden kaçınmanın pekala mümkün olduğunu vurguluyor. Demokrasi pratiğinde meşruiyetin zorlamayla değil uzlaşmaya dayalı rızayla sağlanabildiğini hatırlatırken, bu uzlaşma sağlanamadığında demokrasinin içinin boşaldığını gösteriyor.
Bu üç temel mesele, Türkiye’nin hâlâ çözüme kavuşturamadığı, kalıcı hale getiremediği ana konular olması bakımından önem taşıyor.
DP dönemi mevcut akademik literatürde nasıl yorumlanıyor?
Bu özlü bakıştan sonra, bugüne kadar DP üzerine yapılan siyaset bilimi araştırmalarında dönemin nasıl analiz edildiğine bakalım:
1. KURUCU LİTERATÜR: Modernleşme kuramını esas alan ve dönemi (dünyadaki diğer örnekleri gibi) siyasi liberalizm perspektifinden yorumlayan kurucu literatür, DP rejimini basitçe demokratik olarak nitelerken, Türk akademik yazınında hakim olan anlatıyı oluşturmuş. Bu yaklaşım, DP döneminin siyasi ve ekonomik liberalleşme yoluyla demokratik geçişi simgelediğini, ekonomik krizlerin ve siyasi istikrarsızlığın daha geç dönemde tahammülsüz bir otoriterleşme ürettiğini, tüm kusurlarına rağmen demokrasi deneyine ansızın demokrasi dışı vesayet aktörleri tarafından son verildiğini savunuyor. Makalenin bu çözümlemeye temel itirazları var.
2. AKTÖR MERKEZLİ YAKLAŞIM: DP’nin demokratik, fakat otoriter bir yönetim tesis etmesini Celal Bayar ve Adnan Menderes’in çatışmacı yönetim anlayışlarına bağlayarak açıklıyor.
3. YAPISAL/SINIF TEMELLİ, DİYALETİK-MATERYALİST YAKLAŞIM: Sol siyaset perspektifinden açıklamalar getiren bu yaklaşım, DP’nin kentli ticaret burjuvazisinin ve toprak sahiplerinin çıkarlarını savunan bir siyasi parti olduğunu savunuyor. Ekonomi-politik perspektifinden, kapitalist kalkınmacılık hevesinin yaklaşımın devletin sınıfsal yapısını değiştirmeye yöneldiğini ileri sürüyor. Makale, bu yaklaşımın aslında tartışmaya açık yapısal sorunları da bünyesinde barındırdığına dikkat çekiyor.
4. YENİ NESİL ANALİZLER: DP dönemini, popülizm, otoriterleşme, demokratik gerileme, patriyarka, patrimoni, vekâlet demokrasisi, lider merkezli tekçilik, demokratik darbe, toplumsal bellek temaları üzerinden analiz eden bu eleştirel perspektif, siyaset biliminin güncel analiz araçlarını kullanıyor. Yeni kuşak sosyal bilimcilerin eleştirel çalışmalarını barındıran kavram setlerinin ortak noktası, DP dönemi otoriter olarak nitelemesi. Ancak, bu makalenin de öne sürdüğü gibi, kuramsal ve kavramsal eksikleri göze çarpıyor.
Elimizdeki makale, yeni kuşak literatürün yaklaşımıyla uyumlu. Farklı olarak somut çerçevesi iyi çizilmiş kuramsal ve kavramsal bir zemine dayanıyor. Yararlandığı zengin veri seti, şüpheye yer vermeyecek berrak bir anlatıyı destekliyor. Makale, kurucu literatürün demokratik geçişin (1950 seçimi) demokrasiyle sonlanacağı varsayımını sorunsallaştırıyor. Kurumsalcı bakışla, 1950 seçimlerinden sonra ortaya çıkan otoriterliğin dengeleyici, denetleyici ve önleyici demokratik kurumsal yapının yetersizliklerinden ve açıklarından kaynaklandığını ortaya koyuyor.
Rekabetçi otoriterlik nedir?
Bu kadar konuştuğumuz rekabetçi otoriterlik nedir? Neden günceldir, gündelik hayatımızı nasıl etkiler ve neden iyi anlaşılması gerekir?
Rekabetçi otoriterlik, ABD’li siyaset bilimciler Steven Levitsky ve Lucan Way tarafından geliştirilen, “Soğuk Savaş”’ın bitimiyle başlayan 3. dalga demokratikleşmenin hangi nedenlerle otoriterleşmeye dönüştüğünü açıklayan kuramsal/kavramsal bir çerçeve.
Rekabetçi otoriterlik temelde otoriter olan, fakat tam otoriterlikten farklı bir rejim modeli. Burada demokratik görünüm muhafaza ediliyor, serbest seçimler şeklen uygulanıyor, fakat adil rekabet olmadığı için seçimler iktidarın sürmesinden başka bir sonuç üretmiyor. Bu siyasal rejim tipinin “demokratik” olduğu düşünülen tek yönü çoğunlukla serbest ortamda seçim düzenlemesi. Ancak, seçimlere katılmalarına izin verilen muhalefet partileri sistematik şekilde zayıflatılmış hale getiriliyorlar. Adil olmayan rekabet koşulları, siyasi iktidarın hakkı olmadığı halde kamu kaynaklarını ve devlet imkanlarını orantısız şekilde kullanması, sisteme keyfi müdahaleleri ve yaygın hukuk ihlalleri o denli olağan ve kanıksanmış hale geliyor ki, muhalefetin seçimleri kazanması neredeyse imkansız.
Peki, o halde neden hâlâ seçim yapılıyor? Bu sorunun basit yanıtı şu: liberal demokratik rejimlerden farklı şekilde, otoriter yönetimlerin toplumsal rızaya dayalı meşruiyet iddiasını ileri sürebilmelerinin tek yolu sonucunu kontrol edebildikleri seçimlerden geçiyor. Nitekim bu otoriterlik türünde iktidar ile muhalefet arasında görünüşte mevcut, ancak hakiki olmayan rekabete izin veriliyor. Seçimler hemen her zaman serbest ve özgür ortamda düzenleniyor. Fakat, seçim aşamasına gelene kadar iktidarın yarattığı tüm koşullar adil olmaktan uzak ve sadece muhalefeti zayıflatmaya yönelik. Dolayısıyla, seçim günü sandık başında oy verme işleminin serbest olması, seçimin adil olduğu ve iktidarı değiştirebileceği anlamına gelmiyor. Bu özel koşullar nedeniyle, istisnai durumlar dışında, otoriterlerin oy sayımında hileye başvurmasına da gerek kalmıyor.
Tam/kapalı otoriter rejimlerdeyse, seçimler şeklen yine yapılsa da, görünüşte bile rekabete izin verilmiyor. Seçimlerin arasında geçen süre boyunca muhalif bir itiraza imkan verilmiyor. Muhalefet ya hapiste ya saklanmaya zorlanıyor ya da ülke dışında sürgünde yaşıyor. Propaganda aracına dönüşmüş kontrollü bir basın ile sözde sivil toplum siyasi iktidarın denetimi altında yaşarken, sadece demokrasi vitrini oluşturmaya hizmet ediyor. Ne özgür, ne adil koşullarda düzenlendiği için seçim sonuçları herkes tarafından önceden biliniyor; seçime katılım önemsenmiyor bile.
Rekabetçi otoriterlik koşullarının gerçekleşmesi için, kuramcılar Levitsky ve Way’e göre, öncelikle aşağıdaki iki koşulun mevcut olması gerekiyor:
1. İstisnasız ve kısıtlamasız şekilde herkese eşit oy hakkı,
2. Vesayet aktörlerinin yokluğu
Makale, DP döneminin bu ön koşulların ikisini de karşıladığını vurguluyor.
Bundan sonra, aşağıdaki ilave üç koşuldan en az birinin mevcut olması gerekiyor:
1. Adil olmayan seçimler,
2. Hak ve özgürlüklerin yaygın ve sistematik ihlali,
3. Siyasi rekabetin eşit koşullarda gerçekleşmesine izin verilmemesi.
Makale, DP dönemi boyunca bu üç koşulun tamamının karşılandığını ortaya koyuyor.
Makale, birincil (arşiv) ve ikincil (mevcut bilimsel literatür) kaynaklarını tarayarak karşılaştırmak suretiyle, DP döneminde bu koşulların nasıl oluştuğunu somut belgelere atıfla örnekliyor. Pek çoğu ilk defa bir araya getirilen verileri sistematik şekilde ortaya koyarken, ikna edici bir savı serimliyor. Makalenin bu özellikleriyle hem Türkiye’deki hem uluslararası okuyucu kitlesi bakımından önemli bir perspektif sunduğunu ve kısa sürede referans metin özelliği kazanacağını düşünmek mümkün.
İngilizce kaleme alınan makaleye açık erişimle ulaşılabilecek bağlantılar:
https://doi.org/10.1080/14683849.2025.2551314
https://www.tandfonline.com/doi/pdf/10.1080/14683849.2025.2551314
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: