Alaska’daki CCCP’nin anlamı-Mehmet Ali Güller (Cumhuriyet)
“Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Alaska’ya CCCP yani Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tişörtüyle gitmesi, amaçlandığı gibi fazlasıyla dikkat çekti ve tartışıldı.
Batılılar bunu daha çok, Rusya’nın SSCB topraklarına göz dikme mesajı olarak yorumladı. Bunun gerçekçi olmadığı ortada. Konu zaten Alaska’nın kendisiyle ilgili de olamazdı çünkü Alaska Rus Çarlığı tarafından ABD’ye verildi, hiç SSCB toprağı olmadı. Öte yandan kişisel olarak Lavrov’un ya da Putin hükümetinin sosyalist bir Rusya hedefinin olmadığı da ortada.
CCCP’nin tek bir anlamı var bana göre: Rusya ABD’ye, SSCB dönemindeki gibi küresel sorunlarda belirleyen konumda olduğunun mesjını verdi.
ABD ile Rusya uzlaştı Trump ile Putin’in Alaska zirvesi, CCCP’yle verilen mesaja uygun olarak hem ABD ile Rusya arasında bir uzlaşmaya hem de küresel sorunların başında gelen Ukrayna konusunda bir anlaşma arayışına sahne oldu. Bu yönüyle Alaska zirvesini “ABD-Rusya uzlaşısı tamam, Ukrayna anlaşması pişiriliyor” diye özetleyebiliriz.
Öyle ki Trump, ABD-Rusya uzlaşısının kabul edilmemesi halinde sorumluluğun Ukrayna ve Avrupa ülkelerinde olacağının işaretlerini verdi. İngiltere ve AB rahatsız ancak ABD’nin olmadığı bir Ukrayna savaşını sürdürebilmeleri hiç gerçekçi değil. Dolayısıyla günün sonunda onlar da ABD-Rusya uzlaşısını kabul etmek zorunda kalacaklar.
Dombas karşılığı barış Trump, “Putin’le birçok konuda anlaşmaya vardıklarını, geriye çok az mesele kaldığını” açıkladı. Ancak bunların ne olduğu resmi olarak belirtilmedi.
Ancak iki ABD’li yetkilinin Washington Post’a yaptığı sızdırma, ABD’nin İngiltere ve AB’ye mesajı gibi okunabilir. Habere göre Putin’le Alaska zirvesi yaptıktan sonra Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski’yi telefonla arayan Trump ona şöyle dedi: “Halihazırda Rusya’nın kontrolünde bulunan bölgelere ek olarak Donbas’ın tamamının Rusya’ya bırakılması karşılığında savaş sona erecek.”
Önceki ABD yönetiminin çıkarları için kullandığı ve şimdiki ABD yönetiminin yeni çıkarları gereği kenara ittiği Zelenski’ye verilen ültimatomdur bu aslında. Süresi dolan ve seçim baskısı altındaki Zelenski’nin Berlin-Londra hattına güvenerek yapabilecekleri sınırlı.”
Terörsüz Türkiye’de madalyonun öteki yüzü-Aydın Ünal (Yeni Şafak)
“Terörü bitirmek ve Türk-Kürt kardeşliğini yeniden tesis etmek için Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Bahçeli çok büyük siyasi risk aldılar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçmişte, “siyasi hayatıma mal olsa bile bu sorunu çözeceğim” demişti. En son Kızılcahamam konuşmasında, “Terörsüz Türkiye için canımızı, kanımızı, bütün tecrübemizi, bütün hayatımızı ortaya koyduk” ifadelerini kullandı.
Devlet Bahçeli’nin aldığı risk çok daha büyük: Daha işin başında “Öcalan gelsin Meclis’te konuşsun” diyerek en üst perdeden çağrı yapmış, kapıları ardına kadar açmıştı.
İşler iyi gidiyor. Öcalan’ın çağrısıyla terör örgütü kendisini feshettiğini duyurdu; sembolik bir törenle silahlarını yaktı. Uzun zamandır terör örgütüyle çatışma yaşanmıyor. TBMM’de bir komisyon kuruldu ve çalışmalara başladı. DEM Parti son derece uyumlu şekilde sürece destek veriyor. CHP’nin de komisyona katılmasıyla sürece destek azami seviyeye ulaştı.
Tüm taraflar temkinli olsa da süreç iyimserlik üzerinde ilerliyor. Hepimiz “aman nazar değmesin” diyerek kıymetli ve narin bir vazo gibi süreci pürdikkat taşıyor ve takip ediyoruz. Birkaç şom ağızlının kenafir bakışları iyimserlik içinde kayboluyor.
Suriye’nin kuzeyindeki terör yapılanması, 10 Mart’ta imzaladığı mutabakatla, silahları bırakacağı, Suriye ordusuna katılacağı, kontrol altında tuttuğu bölgeyi de Şam idaresine teslim edeceği sözünü vermişti. SDG, bu sözünü tutmadı. Dahası, SDG, İsrail ile arasındaki irtibatı artık gizleme gereği bile duymuyor. İsrail, Suriye’nin parçalanması ve kuzeyden kendi sınırına kadar bir koridor kurulması için çabalarken, güneyde Dürziler, kuzeyde SDG bu korkunç plana destek veriyor, piyon oluyorlar.”
“Prof. Dr. Ümit Özdağ, yaklaşık 20 senedir aktif biçimde siyasetin içinde ve yine aktif biçimde tartışmaların göbeğinde bir isim. Ülkücü geleneğin içinde büyüyen Özdağ, hem akademisyenlik döneminde hem de siyasete atıldıktan sonra devlet bürokrasinin farklı kollarıyla her daim yakın ilişki içinde oldu. Belki tam da bu yüzden son dönemde bir sebeple Silivri’deki Marmara Cezaevi’ne gönderilenler arasına girmesi kamuoyunda çok büyük şaşkınlığa neden oldu. Yaklaşık beş aylık tutukluğun sonunda mahkeme, Özdağ’ın üzerine atılı suçun sabit görüldüğüne kanaat getirerek 2 yıl 4 ay 3 gün hapis cezasına hükmetti. Ancak Özdağ’ın hapiste kaldığı günler göz önünde bulunduruldu ve 17 Haziran’da herhangi bir adli kontrole gerek olmadan tahliyesine karar verildi.
Dışarı çıktıktan sonra birkaç televizyon yayına katıldı ve sosyal medya üzerinden gündeme dair yorumlarını paylaşıyor. Ancak serbest kaldıktan sonraki üslubunda ciddi bir ton farkı hissediliyor. İçeri atılmasına gerekçe gösterdiği ‘Terörsüz Türkiye’ süreci Meclis komisyonu aşamasına geçmişken, Özdağ’ın eskisi kadar tansiyonlu bir muhalefet yapıp yapmayacağı doğaldır ki bugüne kadar hareketlendirdiği kitlenin merak konusu. Bu tür soru işaretlerini kendisine hatırlattığımda Zafer Partisi olarak iletişim stratejilerini değiştirme kararı aldıklarını doğruladı. Zira Özdağ’a göre kendisinin daha önceki yüksek volümlü siyaseti sayesinde toplum artık sığınmacılar konusunda uyandı ve tabiri caizse ‘artık o kadar bağırmaya lüzum yok.’ İletişim stratejisini değiştirmesinin bir sebebi daha varmış; daha geniş seçmen kitlelerine ulaşmak. Özdağ kendisi böyle ifade etmiyor ama artık ‘ırkçı’ ve ‘Arap düşmanı’ olarak nitelendirilmek istemediğini hissettim.
Özdağ’a göre bugün devlette aktif olarak ‘PKK çalışanlar’ arasında kendisi kadar deneyimli kimse yok. Öcalan’ın ve PKK’nın aslında ne demek istediğini deşifre edeceği ve halka onların anlayacağı şekilde anlatacağı için içerde tutulduğunu düşünüyor. Madem öyle düşünüyor, buyursun Öcalan’ın 27 Şubat açıklamasından Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Dayanışma Komisyonu’nun çalışmaya başlamasına kadar geçen sürede ortaya çıkan tabloyu sansürsüz değerlendirsin istedim. Biz sürecin aslında yeni başladığını düşünürken Özdağ ise sürecin çökme aşamasında olduğundan neredeyse emin. Çünkü Özdağ Ankara’nın YPG’nin de silah bırakacağını sanarak büyük bir hata yaptığını düşünüyor. Abdullah Öcalan’ın asla böyle bir talimat vermediğini, vermeyeceğini savunuyor ısrarla.
Kendisiyle Temmuz 2023’te yaptığım ve Türk siyasi tarihine geçen bir gizli mutabakatı ifşa ettiği söyleşiden iki sene sonra bugün CHP’nin eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun son süreçlerdeki tavrıyla ile ilgili birkaç soruyu da araya sıkıştırmadan edemezdim. Özdağ yine sözünü esirgemedi.
Ümit Özdağ’ın bu mülakatta söylediği bazı şeyleri yine hayretle dinlemiş olsam da konuşmanın hiçbir yerini ellemeden, akışına dokunmadan yazabilmiş olmanın kıymetinin farkındayım. Gazetecilik mesleğinin ne olduğunun unutturulmaya çalışıldığı şu dönemde aynı fikirde olmadığım siyasetçilere soru sorup yanıtlarını eğip bükmeden sizlere ulaştırmayı her zamankinden daha fazla önemsiyorum.
-Cezaevinde elbette ki Türkiye’de olan biteni yakından takip ettiniz, biz de sizin yaşananlar konusunda ne düşündüğünüzü sosyal medyadaki paylaşımlarınızdan takip ettik. Zaten ‘Terörsüz Türkiye’ sloganıyla başlatılan sürece karşı çıktığınız için ve bu sürecin en kritik aşamasında etkin muhalefet yapmanız istenilmediği için içeride tutulduğunuzu düşündüğünüzü biliyoruz. Yine de elbette ‘dışarısı’ başkadır. Ne hissediyorsunuz ve ne görüyorsunuz bugün?
Öncelikle Silivri’yi unuttuğumu söyleyebilirim. Bu garip bir duygu. Ben mesela böyle olmayacağını düşünmüştüm. Ama bir anda her şey çok geride kalıyor. Belki başkaları da benzer duygular yaşamıştır, bilemem. Ben böyle yaşadım, onun için bende çıktıktan sonra Silivri’nin etkisi devam etmedi. O yüzden de daha çıkmamın üzerinden bir ay geçmeden Silivri ziyaretlerine başladım. Ekrem İmamoğlu, Aykut Erdoğdu’yu, Buğra Gökçe’yi, Ayşe Barım’ı, Ali Sukas ve Fatih Altaylı’yı ziyaret ettim. O ziyaretler sırasında da Silivri’nin üzerimde etkisinin kalmamış olduğunu fark ettim. Zaten içerideyken bana arkadaşlarım, avukatlar dışarıda büyük bir kamuoyu desteğinin olduğunu ifade ediyorlardı. Bu kamuoyu desteğinin boyutunu tabii başkalarının anlatımlardan yeterince anlayamıyorsunuz. Fakat sokağa çıkıp Anadolu’da dolaşmaya başlayınca, nasıl müthiş bir destek gördüğümü gördüm. Cezaevine girmeden önce bana zaten 16-25 yaş grubunda büyük bir destek vardı. Şimdi o gruptaki destek daha da yükselmiş. Sanıyorum biz 18-29 yaş grubunda oyların yüzde 20’sini alırız. O da henüz şu andaki durum, çalışmalara yeni başlıyoruz.”
MİT’ten şiirli Nazım paylaşımı-Deniz Zeyrek (Nefes)
“Pazar günü okuma listemdeki yazarları okuyordum.
Sıra şair/yazar dostum Hakkı ZARİÇ’in Diken’de yayınlanan yazısına geldi.
Açtığımda önce şaşırdım.
Zariç, yazısının başlığında “MİT durup dururken niye Nazım Hikmet Belgesi paylaştı?” sorusunu yöneltmişti.
Çok merak ettim ve MİT’in sitesine girip o belgelerin bulunduğu sayfayı açtım. Sayfanın başlığı “Özel Koleksiyon”.
Sayfadaki ilk belge Nazım Hikmet’in imzasını taşıyan bir portre.
Yanında da el yazısıyla Nazım’ın ünlü “Dört nala gelip uzak Asya’dan…” diye başlayan “Memleket” şiiri.
İmzaya bakılırsa portrenin yanındaki şiir de bizzat Nazım’ın elinden çıkmış.
Nazım’ın imzasının altında 1950 tarihi var.
Sevgili Zariç dikkat çekmiş: Nazım 1950’nin bir kısmını cezaevinde bir kısmını dışarıda geçirmiş.
Bu arada Özel Koleksiyon sayfasında yayınlanan belgelerin çoğu MAH Riyaseti tarafından hazırlanmış gizli belgeler. Hepsinin yanında belgeyle ilgili çok net ve kesin ifadeler var.
Ancak Nazım belgesinin yanına “Ünlü Şair Nazım Hikmet’e ait olduğu değerlendirilen çizim, el yazısı ve imzayı taşıyan arşiv belgesi” notunu düşülmüş.
Belli ki emin olamayıp, yuvarlak ifadelerle belirsiz bırakmayı seçmişler.
Zariç yazısında “Nerden baksan ‘kökü dışarıda’ nerden baksan ‘Moskof uşağı’, nerden baksan ‘azılı kominist’ ve ‘vatan haini’ bir şairin dizeleri ne alaka şimdi, neden durduk yere MİT’in sayfasında yayımlandı ki?” diye sormuş.
Aslında sorunun yanıtı içinde.”
Erdoğan’ın 11 yıllık Cumhurbaşkanlığı-İbrahim Kahveci (Karar)
“Recep Tayyip Erdoğan’ın 10 Ağustos 2014 yılından sonraki Cumhurbaşkanlığı döneminde neler oldu, neler değişti? Kısaca bakalım:
lk dikkat çeken konu gelir dağılımı göstergeleri. 2014 yılından 2024 yılına harcama pay değişiminde toplumun en zengin kesimi payını artırırken geri kalan yüzde 80’nin harcama payı azaldı. Özellikle en alt gelir grubu olan yüzde 40’ın harcama payı en çok azalan kesim oldu.
Harcama paylarındaki değişime baktığımızda durum daha ilginç. Genel olarak toplum gıda ve alkol-sigara tüketiminden kısarken ulaştırma ve konut harcamalarını artırmışlar. Gıda harcamasını ise özellikle zengin grup azaltmış (2,17 ve 2,29 paylarında) Aynı zengin grup ulaştırma harcamasını 4,74 puan artırarak toplam ulaşım harcamasını patlatmıştır.
Erdoğan döneminde kim kazandı dersek verilecek tek cevap var: ZENGİNLER. Burada kesimlere yüzde 5’erlik dilimler halinde baktığımızda nerede ise toplumun yüzde 95’i kaybederken gelirden payını artıran tek kesim en zengin yüzde 5’lik dilim olmuştur. En alt yüzde 10 sadece payını korurken en üst yüzde 5’lik kesim ise gelirden aldığı payı 3,50 puan artırmıştır.
Gelir dağılımı bozulunca özellikle intihar sayısındaki artış dikkat çekiyor. Bir anda intihar sayısı yüzde 50 civarında artışla 4 bin 460 kişiye ulaşıyor.
oplumun genel dengesini 3 ana grafikten izleyebiliyoruz. Umut ve Mutluluk nasıl şekillenmiş?
2014 yılına göre mutluluk oranlarındaki kayıp özellikle genç ve yaşlı nüfusta dikkat çekiyor. Eğitim durumuna göre mutluluk kaybı ise eğitimle orantılı değişiyor. Eğitim arttıkça mutluluk oranında da kayıplar artıyor. Üniversite mezunlarının mutluluk oranları 11,09 puan azalmış oldu. Bir de Umut düzeyi var. Yani 1 yıl sonrasına nasıl bakıyorsunuz. Daha iyi olacak diyenler 19,82 puanlık kayıp yaşarken daha kötü olacak diyenler 18,44 puanlık artış yaşıyor. Ülkede hem mutluluk çökmüş hem de umutsuzluk…”
Savaş çığırtkanları işbaşında yine-Faruk Bildirici (BirGün)
“İktidar medyasında bir süredir, İsrail’e savaş açılmasını isteyen yazılar çıkıyordu. Savaş yanlısı yazarların başında da Türkiye gazetesinden Rahim Er geliyordu. 29 Temmuz’daki “Ordu Gazze’ye” yazısında “Peygamber Ocağı’nın aslanları, Gazze’de, Kudüs’te mevzilenmeden Filistin’de kan ve gözyaşı dinmeyecek” diyor; “Ordu Gazze’ye” çağrısında bulunuyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 1 Ağustos’taki “İnşallah Gazze’de hep beraber omuz omuza şükür namazı kılacağız” sözlerinden sonra iktidar medyasında savaş yanlısı yazılarda artış oldu.
Yeni Şafak’ta İbrahim Karagül, 5 Ağustos’ta “O namaz Gazze’de de kılınır” diye başladığı yazısında “Artık her adım İsrail’i vurmalı. Açık saldırı ‘kaçınılmaz”a yaklaştı” yazdı.
Akşam gazetesinde Turgay Güler de 12 Ağustos’ta “Mehmetçik Gazze’ye” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Güler, “Şüphesiz İsrail’in askeri gücü Türkiye karşısında sinek vızıltısından öteye geçmez” dediği yazısını “Türkiye için insanlık onurunu kurtarma vakti gelmiştir” diyerek bitirdi. Aynı gazetede Hüseyin Besli ise “SDG’nin ortadan kaldırılması Türkiye’nin, İsrail ile ilk sıcak teması olmuş olacaktır ve böylece Türkiye İsrail’e ilk defa haddini bildirmiş olacaktır” dedi.
Bu satırları yazanlar, Suriye’deki iç savaşa katılmanın ülkemize getirdiği maliyeti ve oradaki büyük yıkımı ve İsrail’in ABD himayesinde olduğunu unutmuşa benziyor. İki yıl önce “Gazze’yi koruma ve kollama misyonunu üstlenmek ecdadımızın mirasıdır” diyen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bile artık BM Barış Gücü’nün müdahalesinden söz ediyor, bunlar başka âlemde.
Gazetecilik, doğası gereği, barıştan yana olmalıdır. Fakat İsrail’e karşı savaş çığlıkları atan bu yazarlar, gazeteci gibi davranmıyorlar; fetihçi bir zihniyetle, ideolojik bakışla bu tezleri savunuyorlar. Gazetecilik standartlarıyla en ufak bir ilgileri olsa savaş çağrıları yapmazlar.”
Not: Başlıkları tıklayarak yazıların tamamına ulaşabilirsiniz.
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: