Yahudi halkının tarihsel serüveni, yalnızca dini baskılar, zorunlu göçler ya da Holokost gibi dehşet verici kırılmalarla sınırlı değildir.
Bu geçmiş, aynı zamanda kolektif hafızanın nasıl inşa edildiğini ve bu hafızanın bir devlet aklına nasıl içkin hâle geldiğini de gösterir. Antik Roma’nın Kudüs’ü yıkmasından Orta Çağ Avrupa’sındaki pogromlara, Çarlık Rusya’sındaki antisemitik ayaklanmalardan Nazi Almanya’sının sistematik soykırımına kadar uzanan bu tarih, Yahudi toplumlarında güçlü bir “hayatta kalma” refleksi üretmiştir. Ancak bu refleks, modern İsrail devletinin kuruluşuyla birlikte yalnızca kültürel değil, siyasal bir ideolojiye dönüşmüştür.
İsrail’in 1948’deki kuruluşu, Yahudi halkı açısından travmanın devletleştiği bir dönüm noktasıdır. Bu yeni devlet, yalnızca bir ulus-devlet değil; aynı zamanda mağduriyetin kurumsallaştığı bir yapıdır. Holokost’un yarattığı tarihsel sarsıntı, eğitimden dış politikaya kadar her alanda canlı tutulur ve bu hatırlama süreci, zamanla yalnızca yas değil, meşruiyetin de kaynağı hâline gelir. Jeffrey C. Alexander’ın “kültürel travma” kavramıyla çerçevelendirdiği üzere, geçmişte yaşanan bir kırılma, yalnızca hatırlanmakla kalmaz; yeniden inşa edilir, kurumsallaşır ve siyasal meşrulaştırmanın zemini hâline getirilir.
İsrail’in güvenlik politikaları tam da bu zeminde şekillenir. “Bir daha asla” ilkesi, zamanla savunma hakkının ötesine geçerek önleyici saldırı, orantısız güç ve yerleşik tehdit algısının dayanağına dönüşür. Özellikle Filistin halkına yöneltilen şiddet, yalnızca taktiksel değil, ontolojik bir savunma refleksi olarak örgütlenir. Her Filistinli potansiyel bir tehdit; her çocuk, ileride büyüyebilecek bir tehlike olarak algılanır. Böylece güvenlik, yalnızca bir hak değil; varoluşun mutlak şartı olarak tanımlanır.
Bu yapının yalnızca İsrail iç siyasetiyle sınırlı kalmadığını, uluslararası alanda da dokunulmazlık ürettiğini görmek gerekir. Batı kamuoyunun önemli bir kesimi, Holokost’un tarihsel mirası nedeniyle İsrail’e dönük eleştirilerde dikkatli, mesafeli ve çoğu zaman sessizdir. Bu sessizlik, etik bir yükümlülüğün değil, ahlaki çelişkinin sonucudur. Holokost sonrası yükselen empati duygusu, zamanla İsrail’e yönelik sistematik bir cezasızlık politikasına evrilmiş; bu da devletin şiddet kapasitesini daha da artırmıştır.
Medya da bu yapının parçası hâline gelmiştir. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırıları sıklıkla “meşru müdafaa” olarak sunulmakta, işgalin kendisi ise neredeyse hiç tartışılmamaktadır. Haber dilinde saldırı “çatışma”ya, ölümler “kayıplar”a, yerinden edilmeler ise “geçici yer değişimi”ne indirgenmektedir. Böylece hem tarihsel bağlam hem siyasal sorumluluk görünmez kılınmakta; izleyiciye yalnızca anlık, sterilize edilmiş görüntüler sunulmaktadır. Travma burada yalnızca bir hafıza değil; bir medya rejimi hâline gelir.
Ancak İsrail’in bu güvenlik merkezli siyasetinin uzun vadede yalnızca Filistinlileri değil, Yahudi halkını da tehdit eden sonuçları vardır. Travmanın siyasallaşması, halklar arası bağları zayıflatmakta; kolektif kimliği içe kapanan, dış dünyaya yabancılaşan bir yapıya dönüştürmektedir. Hayatta kalma psikolojisi, sınırları yalnızca coğrafi değil; kültürel, etik ve insani düzeyde de kalınlaştırmaktadır. Bu durum, Yahudi halkının tarih boyunca geliştirdiği empati, dayanışma ve entelektüel açıklık gibi değerlerle ciddi bir kopuş riskini beraberinde getirir.
Şiddetin sürekliliği yalnızca kurbanı değil, faili de dönüştürür. Bugün İsrail’in uyguladığı baskı politikaları, Yahudi kimliğini giderek yalnızlaştırmakta, farklı halklar nezdinde artan bir soğuklukla karşılaşmasına neden olmaktadır. Bu yalnızlaşma yeni bir tehdit algısını, o algı da yeni bir şiddet sarmalını besler. Travma yeniden başlar. Bu kez yalnızca geçmişin değil, bugünün de üretimi olan bir travma…
Sonuçta elimizde, travmayı sadece hatırlamakla kalmayıp sürekli yeniden inşa eden, onu siyasal bir doktrine dönüştüren ve bu doğrultuda bir şiddet meşruiyeti inşa eden bir devlet aklı kalmaktadır. Bu devlet aklı, Yahudi halkının tarihsel haklılığını, ahlaki konumunu ve evrensel dayanışma değerlerini giderek törpülemektedir. Bu nedenle artık sormak gerekir: İsrail devleti, hayatta kalma adına gösterdiği sertlikte, Yahudi halkının diğer halklarla olan tarihsel bağlarını da koparıyor olabilir mi?
Bu soruyu sormak, antisemitizmin bir biçimi değil; etik bir sorgulamanın ta kendisidir.
Çünkü travmayı iyileştirmek, onun adına yeni travmalar üretmekle değil; başkalarının acılarına da kulak vermekle mümkündür.
Orijinal fotoğraf: ibcgroup.tv
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: