Eşitlik Olmadan Hukuk ve Ahlak Meşruiyetini Kaybeder
Tarih boyunca hukuk, kural ve ahlak kavramları çoğu zaman otoritenin ürettiği normlar olarak algılansa da, siyaset felsefesi bu kavramların ancak eşit bireyler arasında anlamlı olabileceğini öne sürer. Hukukun evrensel meşruiyeti, bireyler arasında ayrım yapmadan işleyebilmesinden; ahlakın ise bireyin vicdanından çıkan, baskıya dayanmayan bir toplumsal uyum üretmesinden gelir.
John Rawls’un “adalet olarak eşitlik” anlayışı, bireylerin toplumsal konumlarından bağımsız olarak eşit haklara sahip olmasını savunur. Rousseau, genel iradenin ancak eşit bireylerin ortak aklıyla mümkün olacağını belirtir. Kant ise ahlakın kaynağını bireyin “kendi aklıyla koyduğu evrensel yasa” olarak görür; bu da ancak her bireyin eşit değer gördüğü bir düzenle mümkün olabilir.
Bu kuramsal temel, Orta Doğu gibi siyasal iktidarın toplumsal ayrıcalıklar üzerine kurulduğu coğrafyalarda özellikle çarpıcı hale gelir. Çünkü bu coğrafya, yasaların bireylerin kimliğine, mezhebine veya sadakatine göre değiştiği; ahlakın ise iktidarın dayattığı şekilde toplumu kontrol aracına dönüştüğü yapılarla doludur.
Bu nedenle, eğer bir sistemde eşit yurttaşlık yoksa; hukuk, kural ve ahlak sadece egemen sınıfın, mezhebin ya da hanedana ait olanların aracı olur. Orta Doğu’daki siyasal istikrarsızlıkların kökeninde, bu eşitliksizliğin kurumsallaşması yatar.
İran: Teokratik Ahlak Denetimi Altında Cinsiyet ve Kimlik Eşitsizliği
1979’daki İslam Devrimi’nden bu yana İran, dinî liderliğin mutlak egemenliği altında yönetilmektedir. Velayet-i Fakih doktrini, yani “Âlimin Vesayeti” ilkesi doğrultusunda, nihai siyasal ve hukuki kararlar seçilmiş kurumlarca değil; Şii din adamlarının belirlediği merci tarafından alınmaktadır. Anayasa, Şii İmamiyye mezhebini mutlak referans kabul eder ve bu mezhebe aykırı hiçbir yasa ya da yorumun meşruiyeti yoktur. Bu durum, sadece mezhep farkı üzerinden değil; aynı zamanda toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim temelinde de yapısal dışlayıcılık üretir.
Kadınların toplum içindeki konumu, devletin ahlaki denetimi ile şekillendirilir. Başörtüsü zorunluluğu, kadınların yalnızca giyim biçimine değil, aynı zamanda beden diline, kamusal alandaki davranışlarına ve sosyal etkileşimlerine yönelik sürekli bir gözetim mekanizmasını beraberinde getirir. Bu gözetim, “ahlak polisi” adı verilen özel birimlerin doğrudan müdahalesiyle sağlanır. Bu bağlamda, ahlak artık bireyin vicdanına dayalı değil; devletin belirlediği normlar çerçevesinde tanımlanan, zorlayıcı bir ideolojik aygıta dönüşmüştür. Kadınlar, bu düzen içinde yalnızca vatandaş olarak değil, aynı zamanda sürekli denetlenmesi gereken ahlaki bir “alan” olarak konumlandırılır.
LGBTİ+ bireyler ise anayasal çerçevenin doğrudan dışında bırakılmış, varoluşları suç olarak tanımlanmıştır. Eşcinsellik, hem ceza hukuku hem de toplumsal normlar düzeyinde sistematik bir kriminalizasyon ve damgalama süreciyle bastırılır. Yasal sistemin bu konuda öngördüğü ağır cezalar, yalnızca hukuki bir tehdit değil; aynı zamanda LGBTİ+ bireylerin gündelik hayatta görünmezliğe itilmelerine, kamu hizmetlerine erişimden sosyal yaşama kadar her alanda dışlanmalarına neden olur. Bu bireyler için hukuk, koruyucu değil; doğrudan baskılayıcı bir işlev üstlenmiştir.
Sünni Müslümanlar ve Bahailer gibi dinî azınlıklar da anayasal düzende eşit haklara sahip yurttaşlar olarak tanımlanmazlar. Sünniler, yüksek yargı, eğitim ve güvenlik bürokrasisinde sistematik biçimde dışlanırken; Bahailer resmî olarak tanınmayan bir inanç grubu olarak temel yurttaşlık haklarından mahrum bırakılmaktadır. Eğitim hakları engellenmekte, mülk edinme, miras, evlilik gibi alanlarda ciddi ayrımcılıklarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu durum, İran hukuk sisteminin yalnızca mezhepçi değil, aynı zamanda etnik ve dinî ayrımcılığı kurumsallaştırmış bir yapı olduğunu ortaya koymaktadır.
Yargı erki, bağımsız bir denetim gücü değil; doğrudan dinî liderliğe bağlı bir itaat aracıdır. Anayasa Koruma Konseyi, seçimleri denetleyerek yalnızca rejime sadık adayların yarışmasına izin verirken; Devrim Muhafızları ve istihbarat birimleri, muhalif yurttaşlara karşı sistematik baskı ve yıldırma politikaları yürütmektedir. Gözaltında işkence, zorla itiraf, adil yargılanma hakkının ihlali gibi uygulamalar, uluslararası insan hakları raporlarında sıkça yer almaktadır.
Son yıllarda artan toplumsal protestolar –özellikle Mehsa Emini’nin “uygun olmayan başörtüsü” gerekçesiyle gözaltında ölümüyle tetiklenen 2022 ayaklanmaları– İran toplumunun derin bir eşitlik talebine sahip olduğunu göstermektedir. Kadınların öncülüğünde gelişen bu protestolar, yalnızca giyim özgürlüğünü değil; siyasal temsil, yaşam hakkı ve ifade özgürlüğü gibi temel insan haklarını da içermektedir. Bu bağlamda “Jin, Jiyan, Azadî” (Kadın, Yaşam, Özgürlük) sloganı, rejimin toplumsal cinsiyet temelli tahakkümüne karşı yükselen evrensel bir eşitlik çağrısı haline gelmiştir.
Ancak İran rejimi, bu talepleri duymazlıktan gelmekte; hatta daha da sert baskı önlemleriyle karşılık vermektedir. Protestoculara uygulanan ölüm cezaları, kitlesel tutuklamalar ve internetin kesilmesi gibi yöntemler, rejimin hukuk dışı güç kullanımının meşru zeminlere taşındığını ortaya koyar. Bu ortamda hukuk, yurttaşların haklarını değil; rejimin sürekliliğini güvence altına alan bir kontrol mekanizmasına dönüşmektedir.
Sonuç olarak İran örneği, hukukun ancak eşit yurttaşlık temelinde meşruiyet kazanabileceğini açık biçimde göstermektedir. Hukukun yalnızca bir inanca, mezhebe veya cinsiyete göre şekillendiği sistemlerde, adalet mümkün değildir. Mevcut İran rejimi, bu eşitsizlikleri sistematik biçimde yeniden üretirken; toplum ise her geçen gün daha yüksek sesle eşitlik ve özgürlük talep etmektedir.
Suudi Arabistan: Hanedana Bağlı Hukuk, Vatandaş İçin Gözetim
Suudi Arabistan, resmi olarak İslam şeriatına dayalı bir mutlak monarşiyle yönetilmektedir. Yasama, yürütme ve yargı yetkileri neredeyse tamamen kralın ve hanedan üyelerinin denetimindedir. Bu yapı, hem siyasi muhalefetin varlığını fiilen imkânsız kılar hem de hukuku, hanedanın çıkarlarını koruyan bir araç haline getirir. Ülkede siyasi partiler, sendikalar, bağımsız medya ya da özgür seçimler bulunmamaktadır. Bu durum, hukuk devleti anlayışının temel taşlarını ortadan kaldırır.
Resmi düzeyde İslam hukuku esas alınarak yönetilen sistemde, dinî yorumlar yalnızca devletin yetkilendirdiği ulemalar tarafından yapılabilir. Ancak bu ulemaların siyasi otoriteye bağımlı olması, dini normların da hukuki işleyişin de hanedan çıkarlarıyla iç içe geçmesine neden olmaktadır. Bu bağlamda, örneğin kadının tanıklık hakkı, miras payı, evlenme ve boşanma işlemleri gibi konuların tamamı dini esaslara dayandırılsa da, bu kuralların yorumu ve uygulanışı tamamen siyasal iktidarın gölgesindedir.
Veliaht Prens Muhammed bin Selman döneminde bazı dikkat çekici sosyal reformlar yapılmış gibi görünse de —kadınlara araç kullanma izni, sinema salonlarının açılması, karma konser organizasyonları gibi— bu değişikliklerin hiçbiri anayasal güvenceye bağlanmamış; yalnızca yürütme organının kararnamelerine dayalı olarak uygulanmıştır. Yani haklar bireylere ait değil, hanedanın keyfi takdirine bağlıdır. Aynı şekilde reform görüntüsü verilen bu adımlar, muhalefeti bastırmak, ülke içindeki genç nüfusun öfkesini yatıştırmak ve Batı kamuoyuna yönelik bir modernleşme imajı sunmak amacı taşımaktadır.
Cemal Kaşıkçı cinayeti, bu sistemin en karanlık yüzünü gözler önüne sermiştir. Suudi konsolosluğunda vahşice katledilen Kaşıkçı, yalnızca bir gazeteci değil; hukukun kralın çıkarlarına karşı geldiği anda nasıl askıya alınabildiğini gösteren bir sembol haline gelmiştir. Olayın ardından ortaya çıkan deliller ve uluslararası raporlar, cinayetin doğrudan hanedan mensuplarının talimatıyla gerçekleştiğini göstermiş; ancak hiçbir bağımsız yargılama yapılmamış, üst düzey faillerin dokunulmazlığı korunmuştur.
Suudi Arabistan’da ifade özgürlüğü yok denecek kadar sınırlıdır. Sosyal medyada hükümeti eleştiren vatandaşlar uzun süreli hapis cezalarına çarptırılmakta, kadın hakları savunucuları işkenceyle susturulmaktadır. İnsan hakları izleme örgütleri, cezaevlerinde işkence, kötü muamele ve keyfi tutuklama vakalarının yaygınlığını raporlamaktadır.
Bu tablo, Suudi hukuk sisteminin bireyin haklarını koruyan bir çerçeve olmaktan ziyade, hanedanın iktidarını tahkim eden bir denetim aygıtı olarak işlediğini açıkça ortaya koymaktadır. Reformlar anayasal güvenceye bağlanmadığı, ifade ve örgütlenme özgürlüğü sağlanmadığı sürece, yapılan her düzenleme yalnızca vitrinde bir modernleşme süsü olmaktan öteye geçemeyecektir.
İsrail: Yurttaşlık Temelli Değil, Kimlik Temelli Hukuk
İsrail, özellikle Batı’da “Orta Doğu’nun tek demokrasisi” olarak sunulsa da, hukuk sisteminin Yahudi olmayanlar üzerindeki uygulamaları bu iddiayı derinden sorgulatmaktadır. Ülke içinde yaşayan Arap yurttaşlar resmi olarak vatandaş statüsüne sahip olsalar da, fiilen ikinci sınıf bir konumda bulunmaktadırlar. Eğitimden barınmaya, belediye hizmetlerinden istihdama kadar birçok alanda bu ayrımcılık sistematik biçimde hissedilmektedir.
İşgal altındaki Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te ise hukuk bambaşka bir biçimde işler. Aynı topraklar üzerinde yaşayan iki farklı topluluk, iki ayrı hukuk rejimine tabidir: Yahudi yerleşimciler İsrail sivil yasaları kapsamında yargılanırken; Filistinli siviller, İsrail askerî mahkemelerine tabi tutulur. Bu uygulama, hukukun evrensel ilkeleriyle değil; etnik kimlik esasına dayalı ayrımcı bir sistemle uyumludur.
2022 yılında İsrail parlamentosu tarafından kabul edilen “Yahudi Ulus Devlet Yasası”, İsrail’i yalnızca Yahudi halkının devleti olarak tanımlamış, Arapça’nın resmi dil statüsünü düşürmüş ve yerleşim hakkını yalnızca Yahudi yurttaşlara tanımıştır. Bu yasa ile birlikte, yurttaşlık tanımı eşitlik temelinden uzaklaşmış; devlet, vatandaşları arasında açıkça ayrım yapar hâle gelmiştir.
Ayrıca Filistin topraklarındaki ev yıkımları, zorunlu tahliyeler, yerleşim genişletmeleri ve seyahat izinleri gibi günlük hayatı doğrudan etkileyen uygulamalar, hukuk ve idarenin nasıl kimlik temelli işlediğini gösteren somut örneklerdir. Batı Şeria’da yaşayan bir Filistinlinin evine yapılacak bir tadilat dahi İsrail askerî makamlarından özel izin gerektirirken, aynı bölgede yaşayan Yahudi yerleşimciler bu tür izin prosedürlerinden muaf tutulmaktadır.
Bu yapının sonucunda hukuk, ortak yaşamın güvencesi olmaktan çıkarak, bir grubun diğerine tahakkümünü kalıcılaştıran bir araca dönüşmektedir. Bu durum, yalnızca Filistinlilerin değil; demokratik eşitlik ideallerine bağlı tüm yurttaşların hak duygusunu zedelemekte, İsrail içindeki toplumsal barışı da uzun vadede tehdit etmektedir.
Lübnan: Mezhepsel Örgütlenmenin Hukukun Önüne Geçtiği Bir Sistem
Lübnan’da siyasal sistem, mezhepsel temsile dayanır. Cumhurbaşkanı Maruni Hristiyan, Başbakan Sünni, Meclis Başkanı ise Şii olmak zorundadır. Bu yapı, modern yurttaşlık anlayışının mezhepsel aidiyet lehine feshedildiği bir rejimi tanımlar.
Siyasal karar alma mekanizmaları, toplumun birey bazlında değil; cemaat bazlında temsiline dayanır. Bu da hukuk ve adaletin evrensel uygulamasını çökerten, kimliğe göre şekillenen bir düzen yaratır.
Suriye: Baas Rejiminin Sonu ve Şeffaf Hukuk Çağrısı
2024 sonunda Baas rejiminin yıkılması, Suriye tarihinin dönüşümsel anlarından biri oldu. Şam’ın muhalif gruplar tarafından ele geçirilmesi ve Esad’ın yurt dışına kaçmasının ardından yeni bir siyasal düzlem ortaya çıktı. Geçici anayasayla yeni bir idari yapı kurulsa da, bu yapının eşit yurttaşlığa dayalı çalışıp çalışmayacağı belirsizdir.
Suriye, on yıllar süren iç savaş, etnik çatışma ve yıkımdan sonra eğer kapsayıcı, şeffaf ve eşitlik temelli bir anayasa kuramazsa; bu defa yeni bir elit grubu, eski baskı sistemlerini farklı imgelerle yeniden kurabilir.
Sonuç: Yurttaşlık Eşitliği Sağlanmadıkça Adalet Kurulamaz
Orta Doğu’da adaletin tesis edilememesinin temel nedeni, yalnızca baskıcı rejimlerin varlığı değildir; bu rejimlerin eşit yurttaşlığı sistematik biçimde dışlayan siyasal ve hukuksal yapılarla iç içe geçmiş olmasıdır. Söz konusu ülkelerde devlet, bireylerin haklarını koruyan tarafsız bir aygıt olmaktan ziyade, kimlik temelli ayrımcılığı kurumsallaştıran ve siyasal ayrıcalıkları kollayan bir mekanizma olarak işlemektedir.
Hukuk sistemlerinin mezhepsel, etnik ya da hanedana bağlı sadakat ilişkilerine göre inşa edilmesi, evrensel hukuk ilkelerini geçersiz kılmakta; bu da toplumsal sözleşmenin temelini oluşturan güven, adalet ve temsil ilkelerini aşındırmaktadır. Bireylerin yalnızca etnik kimliği, dini inancı, cinsiyeti ya da siyasi görüşü nedeniyle farklı muameleye tabi tutulduğu bir düzende adalet değil; sürekli bir meşruiyet krizi ve siyasal istikrarsızlık üretileceği kaçınılmazdır.
Bu bağlamda, İran’da teokratik vesayet, Suudi Arabistan’da hanedana dayalı mutlakiyet, İsrail’de etnik-hukuki ayrımcılık, Lübnan’da mezhepsel kotaya dayalı temsil ve Suriye’deki otoriter militarizm, aynı yapısal sorunun farklı biçimlerdeki tezahürleridir: eşit yurttaşlık ilkesinin yokluğu. Her bir rejim, kendi tarihsel gerekçeleriyle bu eşitsizlikleri rasyonelleştirmeye çalışsa da, sonuçta ortaya çıkan toplumsal düzende hukuk, ortak yaşamın güvencesi değil; iktidarın tahakküm aracıdır.
Bu nedenle çözüm yalnızca anayasal değişikliklerle ya da seçim sandığıyla sınırlı olamaz. Esas mesele, bireyin haklarının devlet karşısında güvencede olduğu, yurttaşlığın ayrıcalığa değil eşitliğe dayandığı, hukukun iktidardan değil toplumsal vicdandan beslendiği bir siyasal kültürün inşa edilmesidir. Bu kültürün inşası, ancak aşağıdan gelen toplumsal talep, hak mücadelesi ve tarihsel bilinçlenmeyle mümkündür.
Orta Doğu’da barış, demokrasi ve toplumsal refahın gerçek temeli, bu eşit yurttaşlık idealinin kurumsallaştırılmasından geçmektedir. Aksi takdirde yasalar yalnızca iktidarın sopası, ahlak yalnızca baskının ideolojik kisvesi, hukuk ise mağdurun değil muktedirin silahı olmaya devam edecektir.
Gerçek bir siyasal dönüşüm, yönetimlerin değil; değerlerin dönüşümüdür. Ve bu dönüşümün merkezinde, her bireyin kimliği, inancı, cinsiyeti veya geçmişi ne olursa olsun eşit haklara sahip yurttaş kabul edildiği bir toplumsal sözleşme yer almalıdır.
Not: Bu yazı çeşitli uluslararası insan hakları raporları, anayasal belgeler ve siyaset kuramı klasiklerinden yararlanılarak hazırlanmıştır.
Kaynakça
- Rawls, John. A Theory of Justice. Harvard University Press, 1971.
- Kant, Immanuel. Groundwork for the Metaphysics of Morals, 1785.
- Amnesty International. “Iran: Protest Crackdown Intensifies.” 2022.
- Human Rights Watch. “Saudi Arabia: Repression Targets Critics and Activists.” 2023.
- Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği. “Report on the Situation of Human Rights in the Islamic Republic of Iran.” 2022.
- İsrail Parlamentosu (Knesset). “Basic Law: Israel as the Nation-State of the Jewish People.” 2018.
Harita: savunmatr.com
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: