Cenk Başlamış
Rusya-Ukrayna savaşının gündemin ilk sırasında yer aldığı bu dönemde Moskova’nın politikalarının ve düşünce tarzının daha iyi anlaşılmasını sağlayacak önemli bir referans kitabı kısa süre önce Türkçeye kazandırıldı. Rusya tarihi konusunda uzman olan Prof. Dr. Michael Khodararkovsky’nin “Türkistan Ve Avrasya Steplerinde Rus Yayılmacılığı-Bir Sömürge İmparatorluğunun Oluşumu (1500-1800)” başlıklı eser Moskova’nın tarih boyunca izlediği yayılmacı siyaseti Rus, Ukrayna ve Türk arşivlerinden belgelere dayanarak anlatıyor. Yazar, çevirmen ve editör Mehmet Akif Koç’un çevirisiyle Selenge Yayınevi’nden çıkan kitap Rus İmparatorluğu’nun sadece “vahşi stepler”i itaat altına alma sürecini değil, bölgedeki Türk-Müslüman ve pagan haklarla ilişkisini de ayrıntılı olarak anlatıyor. Koç, Rusya’nın günümüzde bölgede izlediği politikaya da ışık tutan kitapla ilgili sorularımızı yanıtladı:
-Öncelikle bu çevirinin yayın öyküsü nedir? Neden bu kitabı çevirme ihtiyacı duydunuz?
-Prof. Michael Khodarkovsky, Chicago Loyola Üniversitesi’nde Rus imparatorluk tarihi, karşılıklı imparatorluklar ve kolonyalizm (sömürgecilik) dersleri veren bir tarihçi. Bu kitabı da Rus yayılmacılığı ve kolonyalizm literatürünün önemli referans kitaplarından biri. Büyük oranda ilk dönem Rus arşivlerinin yanı sıra, Ukrayna ve Osmanlı arşivlerini de kullanan, akademik yönü oldukça güçlü bir eser.
Kitabı yıllar önce Moskova’da yaşarken, Rus tarihi ve sosyolojisi üzerine araştırmalar yaptığım sırada okumuş ve çok beğenmiştim. Doğrusu hemen yanı başımızda asırlardır iç içe yaşadığımız Ruslarla ilgili, üstelik Türk tarihini de yakından ilgilendiren böylesi bir kitabın halen Türkçeye çevrilmemiş olması bana şaşkınlık veriyordu. 2020 yılında, Selenge Yayınevi’nin o dönemki genel yayın yönetmeni, sevgili dostum Kadir Yılmaz’la bir sohbetimizde, bu kitabın telifini alıp alamayacaklarını, alırlarsa memnuniyetle çevirebileceğimi söyledim. Süreç böyle başladı ve ilerledi. Doğrusu kapağında çevirmen olarak ismimin yer almasının mutluluk verdiği bir çalışma oldu. Türkçeye kazandırdığımız için sevinçliyim.
-Sizce tarih boyunca Rusya neden güneye ve doğuya yayılmayı tercih etmiş?
-Bu yayılma aksının esasen üç temel dinamiği var: İlk olarak, Rusların yaşadığı coğrafyanın kuzeyi deniz ve kutup bölgesiyle sınırlanmış durumda. Batıda ise 16-17. yüzyıllar ve daha sonrası itibarıyla güçlü imparatorlukların yönetiminde olan ve zaman zaman sınırları değişse de büyük oranda şekillenmiş bir Avrupa kıtası var, o yönde ilerlemek önemli güçlükleri de beraberinde getirecekti. Dolayısıyla coğrafi olarak güney ve doğu istikametinde yayılmak daha az maliyetliydi ve nispeten zayıf halklarla meskun “sahipsiz” topraklar Ruslar açısından cezbediciydi.
İkinci olarak, Ruslar tarih boyunca çoğunlukla doğudan ve güneyden gelen göçebe-savaşçı toplulukların işgal ve akınlarına maruz kalmıştı. Bilhassa 13. yüzyıldan itibaren başlayan ve mahiyet değiştirerek üç asırdan fazla süren Moğol-Tatar boyunduruğu [Монго́ло-тата́рское и́го] Rusların modern kimliğinin oluşumunda önemliydi. Steplerden gelen bu “kasırga”ya yeniden tutulmamak için, steplerin sosyoekonomik ve askeri özelliklerini değiştirmek Moskova Devleti (ve bilahare Rus Çarlığı’nın) öncelikli bir stratejik hedefiydi.
Üçüncü bir husus da güney ve doğu istikametinde (Osmanlı ve Safevi imparatorlukları haricinde) Rusları durdurabilecek örgütlü bir büyük askeri gücün yokluğu ve “ıssız steplerin” kolonizasyon açısından davetkâr cazibesiydi. Bilahare Rus dilinin ve Ortodoks Hristiyanlığın yayılması gibi misyonlar da bu cazibeye kapıldı ve Rus devletinin hizmetinde, kolonyalizmin güçlü birer sacayağı haline geldi.
-Rusya’nın yayılmasında dinin önemi neydi? Ayrıca, o dönemin bölgesel güçleri olan Osmanlı ve İran dini hangi amaçlarla kullanmıştı?
Başlangıçta daha ziyade askeri ve ekonomik tedbirlerle kolonyal siyaset yürütülürken, zaman içinde kültürel ve dini unsurlar da bu yolda kullanılmaya başlandı. Bunda Kilise’nin önemli bir güç merkezi olarak temayüz etmesi (sivrilmesi) ve hükümetle işbirliği içine girmesinin, yönetim içinde kendisine dindar/muhafazakar destekçi ve müttefikler bulmasının da rolü büyüktü.
Rus yayılmacılığında dinin önemini ve bir devlet politikası olarak kullanımını en iyi özetleyebilecek ifadelerden biri, Çarlığın Astrahan Valisi Petr Kreçetnikov’un Kuzey Kafkasya siyasetine dair 1775 tarihli raporunda geçen şu ifade olabilir: “Hristiyanlığa geçmek dışında hiçbir şey (yerli halkların) barbarlığını daha iyi dizginleyemez ve onları daha uyumlu kılamaz. Sonrasındaysa halkımızla temas yoluyla, onların dillerini ve âdetlerini ortadan kaldırmak zor olmayacaktır.”
Dolayısıyla bu din değiştirme süreci, bilahare kurulan Yeni Din Değiştirme İşleri İdaresi’nin (Kontora Novokreshchenskikh Del) öncülüğünde ve misyonerlerin gönüllü çalışmalarıyla, kimi zaman ikna ve vaatlerle kimi zaman da baskı ve zor kullanılarak gerçekleşti. Müslümanlar arasında din değiştirme oranı, pagan inanç sahibi topluluklara nazaran daha düşük seyretti. II. Katerina döneminde (1762-1796) ise dini hoşgörü nispeten yönetimde makes buldu (yansıdı) ve daha önce Hristiyanlığa geçenlerin bir kısmı eski dinlerine dönmeye başladı.
Aynı dönemde Osmanlı ve Safevi imparatorluklarına baktığımızda, onlarda da benzer bir İslamlaştırma siyaseti görebiliriz. Safevilerin yaklaşımı genelde sınırlı bir Şiileştirme yönünde gelişirken, Osmanlıların bilhassa Balkanlarda izlediği İslamlaştırma siyaseti başarılı oldu. Bu dönemde Osmanlı ve Rus imparatorlukları doğrudan ilişki içine girdikçe, Osmanlıların Kırım başta olmak üzere Rus Çarlığı tebaası olan bazı Müslüman toplulukların hamisi olarak tanındığını görüyoruz. Buna mukabil, uzun savaşlar neticesinde Rusların da Osmanlı bünyesindeki çeşitli Hristiyan halkların hamisi rolüne soyunması, bu karşılıklı himaye pozisyonunun bilahare kanlı savaşlara ve iç isyanlara yol açması da keza vakıadır.
-Kitapta sıkça değinilen Rusya’nın “medeniyet götürme misyonu” ne anlama geliyordu?
-“Medeniyet götürme” ifadesi aslında, Rus devletinin göçebe ve yerli halklara karşı kendine biçtiği misyonu da özetleyen bir ifade. Şöyle ki; Reform sürecinden geçen ve Batılılaşan Rusya, kendisini Avrupa medeniyetinin bir parçası olarak görmeye başladıkça, din olgusu da medeniyet kavramıyla daha fazla iç içe girmeye başladı. Bu sayede Rusya, Avrupalı muadillerinden farklı olarak kendisini, sınır bölgesindeki “vahşi ve medeniyetsiz” halklara hem Hristiyanlık hem de medeniyet götürme misyonuna ehil görüyor ve bunun kendi kaçınılmaz yazgısı tarafından takdir edildiğini düşünüyordu.
Bu noktada Rus yetkililerin politik muhayyilesinde (hayal gücünde) Hristiyan olmayan göçebeler vahşi, kaba, güvenilmez ve asi kimseleri temsil ederken; Rusya ise medeniyet, ahlak ve devlet düzenini ifade etmekteydi. Yani aslında bu bir nevi “step rüzgarlarının değmediği bir istikrar sütunu” olmak gibiydi. Moskova (ve bilahare St. Petersburg’un) yerli halklara bakışını bu kutuplaşma şekillendirdiği için, söz konusu dinamiklerin sıklıkla çatışmalara ve zor kullanarak “medeniyet götürmeye” varması kaçınılmazdı.
Bu toplulukları iskan ederek göçebe kültürden uzaklaştırma, tarıma yöneltme, eğitim ve din değiştirme yoluyla “kendine benzetme” çabaları asırlar sürdü. Günün sonunda bu “ehlîleştirme” hamlesinin büyük oranda başarılı olduğunu merkez-çevre ilişkilerinin değişen ve dönüşen doğasından yola çıkarak söyleyebiliriz.
-Rus yayılmacılığında diplomasi ve istihbaratın önemi neydi?
-Rusların kolonyal yayılışında diplomasi de istihbarat da oldukça etkin şekilde kullanılan unsurlardı. Esasen uluslararası sahneye geç çıkan bir güç olarak, Moskova, kendi statüsü ve prestijiyle yakından ilgileniyor; komşu coğrafyalardaki hükümdarlardan herhangi bir üstünlüğü yoksa dahi kendisini onlarla denk tutuyor, komşu hükümdarları buna ikna etmeye çalışmaktan da geri durmuyordu.
Örneğin 1582 gibi oldukça erken bir tarihte, dönemin Avrupa’daki güçlü aktörleri Polonya Krallığı ve Papalık’la yapılan bir antlaşmada, muhatapların ısrarla bu unvanı tanımak istememesine rağmen Rus tarafı “çar” unvanının kullanılmasında diretmiş ve sadece Rusça versiyonda da olsa bu isteğini kabul ettirmeyi bilmişti.
Moskova’nın kendine biçtiği unvanı korumadaki azmi, bir başka ilginç örnek de, Moskova-İstanbul ilişkilerinde karşımıza çıkar: 1515’te İstanbul’da Osmanlı nezdindeki Moskova elçisi, Moskova hükümdarının unvanının küçümsenmemesini ve Moskova büyük prensinin, Roma İmparatoru Maximilian ve diğer ihtişamlı hükümdarlar tarafından kardeş olarak nitelendirilmesinden hareketle, padişahın da büyük prensten “kardeş” olarak bahsetmesini dikkatle takip edecekti. Rus elçi, unvanın doğru bir şekilde metne dercedilip (alınmak) edilmediğini kontrol amacıyla, Osmanlıca metnin Rusça çevirisini talep etmek ve onu Moskova heyetindeki versiyonuyla karşılaştırmak üzere Rus sefaret ikametgahına götürmek durumunda kalmıştı.
Bilhassa göçebe ve yerli halklarla ilişkilerde başından itibaren bu katı ve tepeden bakan üslup benimsendi ve Moskova’nın bu halklar nezdindeki ihtişamlı statüsünün bir göstergesi olarak diplomasi ve istihbarat kullanıldı. Gerek Kafkasya gerekse Hazar’ın kuzey ve doğusunda yaşayan göçebeler, askeri güçle de takviye edilen bu üstenci ve kibirli dile adeta râm edildiler (boyun eğdirildiler) ve kendilerini çok boyutlu bir kolonyalizm sürecinin edilgen tarafı olarak buldular.
-Rus sömürgeciliği Batı sömürgeciliğinden farklı mıydı?
-Avrupa sömürgeciliğinin belirleyici vasfı, dar ve küçük kıta Avrupa’sından ziyade denizaşırı memleketlerde kendisine yayılma alanı bulabilmesiydi. Amerika, Afrika ve Asya’daki sömürgeler bu süreçte ortaya çıkmıştı. Avrupa kıtası bahsinde ise XIV. yüzyılda, önce kuzeyden gelen Viking akınlarına, ardından da İber Yarımadası’nın hâkimi Müslümanlara karşı girişilen savaşların sonunda kıtada “yabancı ve barbar” güç kalmayınca kıta dışında sömürge arayışına girildi.
Benzer bir süreç, Ruslar açısından da geçerliydi: 13. yüzyıldaki sarsıcı Moğol akınlarının ardından, Altın Orda’nın çözülüp hanlıklara ayrıldığı süreçte, Moskova Knezliği de rakip Rus prenslikler arasından sıyrılarak önce Rus birliğini tesis etti. Ardından 15. yüzyıl sonlarından itibaren, zayıflayan hanlıklarla güç dengesini tesis edip, bunları art arda hakimiyet altına almayı başardı. İmparatorluğun tesis edilmeye başlandığı bu dönem Rus yayılmacılığının, sınır bölgesindeki (frontier) çevre halkları boyunduruk altına aldığı nihai bir üstünlük sürecinin de başlangıcıdır.
Ruslar bu süreçte, denizaşırı Avrupa sömürgeciliğinden farklı olarak, kara sınırlarındaki halkları hakimiyet altına aldı. Bu halklar (Tatarlar, Nogaylar gibi) bir dönem Rusları tâbi statüde olduğu güçlü topluluklardı; Avrupalı güçlerinse denizaşırı sömürgelerindeki halklarla böyle bir münasebeti olmamıştı. Buna mukabil Hristiyan misyonerliği ve kendi dilini/kültürünü benimseterek kolonyal yerleşim kurma süreci her iki emperyal pratikte de müştereken görülür; bu biraz da her iki süreçte de Avrupalı güçlerin kendilerinde vehmettiği “uygarlaştırıcı” misyonla yakından ilgilidir.
-Osmanlı İmparatorluğu 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar Rusya’yı neden muhatap almadı?
Bu aslında bir ölçüde, dini ve politik doktrinlerin kimlik unsuru olarak birlikte değerlendirildiği diğer kudretli imparatorluklara benzer şekilde, Osmanlıların kendisini “cihan hakimi” görmesinden kaynaklanıyordu. Örneğin Çin imparatorları da “Cennetin Mandası” [doktrini] altında hüküm sürmekte ve diğer herhangi bir hükümdara, kendilerinin hayırhah (hayırsever) himayesini arayan birer barbar muamelesi yapmaktaydı. Rus çarları da 15. yüzyılın sonundaki büyük yükselişlerinden itibaren kendilerini komşu halkları yönetmeye “yazgılı” olarak addetmekteydi.
Osmanlı hükümdarları da diğer hükümdarları sürekli küçümsüyor ve onları Osmanlı sarayının hizmetkarlığına layık görüyorlardı ki –Khodarkovsky’nin de isabetle işaret ettiği üzere- bu muameleye, “Viyana Kralı” olarak anılan Kutsal Roma İmparatoru ve Rus hükümdarları da dahildir. Nitekim Rus çarları, 1774’teki meşhur Küçük Kaynarca Antlaşması’nın 13. maddesinde münhasıran imparator olarak zikredilene kadar, İstanbul nezdinde muhatap olarak alınmıyorlardı bile. Bu büyük ölçüde, söz konusu dönemdeki güç dengesi ve savaşlar neticesinde oluşan yeni konjonktürün şekillendirdiği bir politik algıydı.
-Kitapta 1600’lerde Rusya’nın izzet (büyüklük), prestij ve itibar peşinde olduğu yazıyor. Bunlar günümüzdeki Rusya için de geçerli kavramlar mı sizce?
-Esasen her iki dönemin bu anlayışı doğrulayacak şekilde şöyle bir ortak yönü var: Gerek 18. yüzyılda gerekse günümüzde Ruslar, edilgen durumda oldukları bir dönemin ardından yükseliş peşinde koşuyor. Bu yeni dönemde de, tahkir edildikleri (aşağılandıkları) eski dönemin izlerini silmeyi hedefliyor.
16. yüzyıla gelinen süreçte Rus knezlikleri, Altın Orda hanlarının vasalı statüsündeydi ve küçük düşürücü muameleye maruz bırakılarak yıllık vergi ödemek ve Han’a asker vermek, tahta geçen prensin siyasi meşruiyetini keza Han’a teyit ettirmek zorundaydılar. Bu uzun asırların ardından, Ruslar aynı muameleye yeniden maruz kalmamak için, steplerden gelen bu savaşçı akıncılara bir “çözüm” bulma arayışına girdi; keza çevredeki güçlü imparatorluklarla da kendilerini kabul ettirebilecekleri sürdürülebilir diplomatik ilişki tesis etmeye gayret ettiler.
Benzer bir durum, “Soğuk Savaş”ın iki süper gücünden biri olan Sovyetler Birliği’nin gerileyip dağılmasını takiben, Batı karşısında edilgen ve “hakarete uğramış” birkaç on yıl (bilhassa 1980’ler ve 1990’lar) geçiren Moskova’nın, yeniden o ihtişamlı eski günleri tesis etme çabasına girişmesinde de görülür. Nitekim Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Putin, 2005 yılında Rus Federasyon Konseyi’ne hitaben yaptığı konuşmada bu dönemi şu sözlerle tanımlıyor: “Sovyetler Birliği’nin çöküşü, 20. yüzyılın büyük jeopolitik felaketlerinden biriydi; bilhassa Rus halkı açısından, bu durum tarifsiz bir drama dönüştü.” Bu söz aslında Rus halkının meseleye genel bakışını da özetliyor. Putin yönetimi Rusya’yı jeopolitik açıdan yeniden güçlü bir konuma getirmeye çalışıyor ve Batı karşısında 90’lardaki o edilgen durumu tersine çevirip, süper güç pozisyonuna yeniden dönmek istiyor. Bu yöndeki çabası, kendi yakın coğrafyasındaki devlet ve topluluklar tarafından da çoğu zaman endişe ve korkuyla, ama her daim yakından takip ediliyor.
Dolayısıyla, her iki dönemde de Moskova, sadece jeopolitik rekabet ve güç peşinde dış politika izlemedi, aynı zamanda izzet, prestij ve itibar arayışı içinde hareket etti (ve etmeyi sürdürüyor).
-O dönemde Rusların Kalmuklara, Osmanlıların da Kırımlılara ve Kuban Nogaylarına silah sağlamasıyla günümüzdeki “vekalet savaşları” arasında paralellik kurulabilir mi?
-Vekalet savaşları, olgu olarak çok yeni olmasa da uluslararası güvenlik literatüründe daha ziyade 20. yüzyılda teşekkül etmiş bir kavram. Bu açıdan küreselleşme sürecinde ortaya çıkan melez bir kavram olduğunu söylemek mümkün. Temelde, güçlü bir devletin kendinden daha zayıf bir devlete karşı saldırıyı kendi gerçekleştirip ordusunu tehlikeye sokmak yerine, kendisine bağlı bir başka devlet veya örgütün askerini cepheye sürmesi olarak ifade edilebilir. Bu enstrümanlara başvurulması biraz da, konvansiyonel savaşlardaki ağır maliyetler ve savaş karşıtı kamuoyu baskısının devletleri doğrudan bir savaşa girmekten alıkoymasından kaynaklanıyor.
Bu çerçevede, Rusların ve Osmanlıların kendi aralarındaki emperyal mücadelede zaman zaman farklı toplulukları cephe hattına sürmesi, bu modern dönem kavramını çağrıştırsa da burada asıl amaç, lokal mevziler kazanmak için o dönemin şartlarında oldukça maliyetli ve meşakkatli uzun seferlere girişmemekti. Bu açıdan daha pratik ve az maliyetli usul takip edilerek, karşı tarafın bağlı politik entitelerine/tâbi halklarına zarar verebilmek amacıyla bu tür dolaylı yöntemlere başvurulmaktaydı. Özetle, şeklen benzemekle beraber, bu mukayesenin vekalet savaşlarının modern literatürdeki teknik tanımını tam karşıladığını söylemek güç olabilir.
-Ukrayna savaşı da göz önüne alındığında, Rusya’nın o dönemlerdeki dış politikasında günümüze ilişkin izler bulmak mümkün mü?
-Ukrayna Savaşı’nı temelde Rusya’nın, ABD-İngiltere öncülüğündeki Batı/NATO ittifakıyla jeopolitik güç mücadelesi şeklinde okuma eğilimindeyim şahsen. Bu perspektifle baktığımızda, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, Putin öncülüğündeki Rus güvenlik elitlerinin, Rusların kadim coğrafyasındaki jeopolitik çıkarları yeniden tahkim ve konsolide etmeye giriştiğini gözlemliyorum.
Rusya’nın 15-19. yüzyıllar arasındaki güvenlik ve dış politikası da benzer jeopolitik etkenler tarafından şekillendirilmekteydi. Bu açıdan önce kendi içinde birliği ve çarın politik kişiliği etrafında güç konsolidasyonunu sağlayıp, ardından yakın coğrafyasındaki tehditleri bertaraf etmeye dönük strateji, zamanla kudretli bir imparatorluğun doğuşunu hazırlamıştı. Esasen, Putin’in önce başbakanlık, ardından devlet başkanlığı görevine getirildiği 1999’dan itibaren Moskova’nın içeride ve dışarıdaki güvenlik temelli adımları da bu tarihi arka planın doğal bir uzantısı mahiyetinde. O dönemde Rus devletini tehdit eden dış faktörler ve jeopolitik rekabet, günümüzde de Kremlin’i ihata etmekte (kuşatmakta); bir yönüyle güçlü bir imparatorluk teşkil edemezse hayatiyetini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktadır.
Ukrayna savaşı bağlamındaki gelişmelere paralel şekilde, Ukrayna üzerinde geçmişte söz sahibi olan Polonya-Litvanya Krallığı ve Osmanlı İmparatorluğu’yla girişilen jeopolitik rekabetin bir benzeri, günümüzde yine Ukrayna coğrafyası üzerinden –Polonya ve Litvanya’nın da dahil olduğu- Batı/ABD ittifakıyla yaşanmaktadır. Yüzyıllar içinde, her ne kadar aktörler değişse de coğrafyalar arası rekabet, mahiyeti itibarıyla devam etmektedir.
-Kitabı çevirmeniz ne kadar sürdü? Çeviride en çok zorlandığınız konu, bölüm ya da kavramlar hangileriydi?
Kitabın çevirisi yaklaşık altı ay kadar sürdü. Bu sürede hem doktora çalışmalarım hem de diğer çeviri ve editörlük meşguliyetim nedeniyle, planladığımdan biraz daha uzun sürdüğünü söyleyebilirim. Çeviriye başlamadan önce, tabiatıyla, fikri ve literatür hazırlığı için bazı okumalar da yapmam icap etti ki bunu her bir çeviri için yapmanın, hem metne hem okuyucuya saygı gereği olduğunu düşünüyorum.
Khodarkovsky’nin çalışması temelde arşivlere dayalı yoğun bir akademik metin olmakla birlikte, ağır ve karmaşık bir dili olmaması çeviride bir avantaj teşkil etti. Rus ve Tatar dilindeki bazı teknik kelime ve kavramlar için de kıymetli dost ve hocalarıma danıştım, destekleri için kendilerine minnettarım.
Okuyucuya belki garip gelecek ama biz çevirmenler için metnin en zor yerlerinden biri, çeviri bitip de yayınevine göndermeden önce başlık ve alt başlığı şekillendirmektir. Bu kitapta da benzer bir süreç yaşadım. Khodarkovsky’nin kullandığı orijinal başlığı kullanırsak kitabın adını Rusya’nın Step Sınırı/Sınır Bölgesi yapmak gerekecekti; bu başlık sınır/sınır bölgesi çalışmaları literatürü açısından anlamlı olmasına rağmen, ortalama Türk okuru için pek bir mana ifade etmeyebilirdi. Bu noktada yayıneviyle birlikte bir inisiyatif kullandık ve şu anki başlıkta karar kıldık; böylece hem alt başlığı [Bir Sömürge İmparatorluğunun Oluşumu: 1500-1800)] kapakta tutmuş olduk, hem de metni okuyucuya daha çekici gelebilecek bir formata kavuşturduk. Ancak bunu yaparken kitabın orijinalinde olmayan ifadelerle ve keyfi bir tasarrufta bulunmaktan da özellikle kaçındık.
-Sizce Türkiye’de Rusya ile ilgili yayınlar hak ettikleri değeri görüyor mu?
Aslında bu soruyu ikiye ayırarak yanıtlamak daha doğru olacaktır. Meselenin bir yönü okuyucunun büyük bir kısmının popüler kültür ögelerini daha fazla tercih etmesi ve kendisini düşündürecek/zihnen yoracak eserlerden ürküp uzak durması. Bu yönüyle Khodarkovsky’nin kitabı ikinci gruba giriyor ki popüler ve edebi kitaplar gibi baskı üstüne baskı yapmasını beklemek pek gerçekçi olmayacaktır. Ancak kendi alanının temel referans kitaplarından biri olarak, uzun yıllar Türk okuyucusu tarafından takip edileceğini tahmin ediyorum.
Meselenin ikinci yönü de şu: Okuyucunun genel olarak okumaya vakit ayırmakta zorlanması, yayınevlerinin mevcut şartlarda kitap basmakta güçlük yaşaması ve halihazırdaki ekonomik şartlar yüzünden okuyucunun bu tür kitaplara yoğun ilgi göstermesini beklemek, genel anlamda gerçekçi olmayabilir.
Rusya ile ilgili kitaplara gelecek olursak, Rus edebiyatı Türkiye’de halen oldukça popüler ve bu alanın dünya çapındaki isimleri Tolstoy, Dostoyevski, Gorki, Gonçarov, Gogol ve hatta Platonov, Bulgakov gibi edebiyatçılar Türk okuru arasında oldukça popüler. Bundan ayrıca mutluluk duyuyorum. Ancak aynı ilginin Rus kültürü, tarihi ve sosyolojisine gösterilmediğini de bilvesile ifade etmek gerekir. Bu açıdan Rusçadan yapılan nitelikli yayınların, aradan geçen uzun yıllar içinde ilk baskısını bile bitirmekte zorlanmasını da ayrı bir üzüntüyle izliyorum.
Umuyorum genç nesiller ve ülkenin eğitimli kesimlerinde, yüzyıllardır iç içe yaşadığımız kadim komşumuz Rusya’nın daha yakından tanınması ve dengeli bir şekilde değerlendirilmesi gerçek bir ihtiyaç olarak ortaya çıkar ve bu yöndeki çabalar bizleri de daha nitelikli eserler üretmeye ve Türkçeye kazandırmaya yönlendirir.