Yıllar önce çalıştığım kliniğin şefi ziyarete gittiği bir Karadeniz şehrinde bayram kahvaltısı yaparken fenalaşmış. Götürüldüğü üniversite hastanesinde çekilen tomografisinde beyninde bir kanama geliştiği saptanmış.
Acilen yatışı yapılmışsa da o hastanede kalmak istememiş “kendi kliniğime gideceğim” diye tutturmuş. Durum duyulunca İstanbul’dan bir ambulans bir de nöroloji uzmanı gitti kendisini almaya.
Şanssızlığa bakın ki dönüş yolundayken Bolu civarında ambulans bozulmuş. Kendi beyninde bir kanama (hematom) olduğunu bilen bu hasta doktor, onca yıllık klinik deneyimiyle olabilecek bütün terslikleri bilmesi gereken bu nöroloji hocası, Bolu’dan istenen başka bir ambulansın gelmesini beklemek yerine ambulanstan inmiş, yol kenarına dikilmiş ve gelip geçen araçlara otostop çekmiş. Sonunda bir otobüs durmuş. O otobüse binerek Topkapı garına gelmiş, eşlik eden nöroloji uzmanıyla. Gardan kalkıp değişik semtlere giden servis minibüsüyle de Bakırköy’e kadar gelmişler.
Bakırköy’de biz klinik şefimizi getirecek ambulansı beklerken bir de ne görelim. Bizim şef hastanenin girişindeki upuzun yoldan yanındaki nöroloji uzmanı ile konuşa konuşa yürüyerek kliniğe doğru geliyor.
“Otobüsle gelmesine sen nasıl izin verdin, hiç değilse otogardan hastaneye kadar bir taksiye bindirseydin” demelerimize “dinlemedi ki beni” den başka bir şey söyleyemedi eşlik eden uzmanımız. Neyse, şefimizin kendi kliniğine yatışını yaptık. Yol boyu yeni bir şey gelişmiş midir diye yeniden filmini çektik. BT çekimi için kendisi radyolojinin muayene yatağında yatarken, biz de telaş içinde görüntüleri yorumluyorduk ki bir de ne görelim kalkıp yanımıza gelmiş, kendi beyninin filmlerini bizimle beraber inceliyor. “Küçük bir kanama, bundan bir şey olmaz. Hadi biz işimize bakalım” diyerek klinikle ilgili sorular sormaya başladı. Hasta yatağına yatmaya ikna etmemiz epeyce zor oldu.
Ertesi sabah odasında ziyaret ettiğimde vizite çıkacağı saati bildirdi. Yani hiçbir şey olmamış gibi kalkıp çalışacakmış, iyi mi? Servisteki diğer uzmanlara durumu haber verdiğimde “biz ne yapabiliriz ki, kendisi öyle istiyorsa” dediler. Tıpkı yolda eşlik eden uzman gibi. Sonuçta servisin en yetkili kişisi o. Ne derse o.
Öyle mi? Yok canım. “O şimdi bir hasta, ben de bir doktorum” dedim. “Siz karışmayın öyleyse, tedavisini ben üstleniyorum” diyerek ilaçlarını onu sürekli uyutacak şekilde düzenledim. İlacın etkisi azaldığında gözünü açıp bana kızıyor “bu yaptığını yanına bırakmayacağım” diyor ama ben ilaçları yineleyip yeniden uyutuyordum. Bu arada Türkiye’nin ilk “Hasta Hakları Derneği” kurucusu olan eşim de “bu yaptığın hasta haklarına aykırı” diyerek kafamı ütüleyip duruyordu. Birkaç gün böyle geçtikten yani beyin kanamasının gidişatı iyice belli olduktan sonra uyku veren ilaçların miktarını azalttım ve kapıya yığılan ziyaretçilere kısmen izin vermeye başladım.
İzin lafım sözün gelişi, kimsenin beni dinlediği falan yok. Her gelen uyarılara aldırmadan odasına dalıyor ve ev oturmasına gelmiş gibi sohbete girişiyor, işaretlerim aleni kovmaya dönüşmeden de gitmiyorlardı. Eee, ben de klinikte başka işlerin peşindeyim, devamlı başında duramıyorum ki tek tek kovayım. Her gelen dediğim de az buz değil, onlarca hatta yüzlerce ziyaretçi. Her gelene de beni şikâyet ediyordu “bu cadı beni kimseyle görüştürmüyor” diye! Sohbetçi ziyaretçilerin çoğunluğu da doktordu bu arada…
Karadenizli çok güler yüzlü bir asistanımız vardı. Bizim şef ona, “Sizin oralarda silah boldur bana bir tane bul” demiş. Asistanımız da “bulurum tabi hocam da niye lazım” demiş her zamanki sevimli gülümsemesiyle. “Nevin’i vuracağım” demiş. Kanama stratejik bir yerdeydi ama küçük olduğundan zamanla kalıntı bırakmadan iyileşti klinik şefimiz. Ben de vurulmadım hâlâ gördüğünüz üzere…
Amerika’ya göç edince emekli olmuş, doktorluğu bırakmıştım. Birkaç yıl önce kardeşim kalp krizi geçirdi. Şansı yaver gitti, durumunu fark eden arkadaşı zamanında hastaneye yetiştirmiş. Tanısı gecikmeden konuldu, tıkanan damarlarına da stent konuldu acilen götürüldüğü hastanede, bu hızlı müdahale sayesinde de hayatı kurtuldu. Ancak ertesi günü hastaneden çıkardılar.
Amerika’da hastane odaları lüks otel gibi değerlendiriliyor. Her bir gecesi çok pahalı olduğundan çok hızlı taburcu ediyorlar. Durumu çok ağır olmayanlar evlerinde bekliyor iyileşmeyi, diğerlerini de rehabilitasyon bölümlerine bakım evlerine falan naklediyorlar. Burada sistem böyle, yoksa kalp krizinin ertesi günü hastaneden çıkarılır mı?
Eve gelir gelmez kardeşim başladı plan yapmaya, ertesi sabah işe gitmek üzere. “Sapıttın mı sen, en az bir hafta iş miş yok. Yatıp dinleneceksin evde” dedim. Sanki ben öyle dememişim, sabah uyandım ki uçmuş çoktan. Akşam dönünce fırçaladım. “Yok benim bir şeyim, 2 damarımı birden yenilediler, eskisinden daha sağlamım artık” dedi.
Çaresizliğimi anlatamam. Benden yedi yaş küçük kardeşim ölümle yüz yüze gelip şans eseri kurtulmuş ama bu şansı kullanmayı reddediyor, beni dinlemiyor. Artık ne hastanem var ne de elimde onu zorla yatağa serip uyutacak ilaçlarım. Şefime yaptığımı canım kardeşime yapamıyorum. Sanki işe gitmese patronu kovacak. Kendi kendisinin patronu oysa. Sonu ne oldu derseniz, bir yıl geçmeden kalbinde başka bir damara daha stent takılması gerekti. Neyse ki ikinciyi de yaşayınca akıllandı. Laf dinliyor artık, biraz da olsa.
Bu bahar çok sevdiğim bir arkadaşım trafik kazası geçirdi. Resmi bir kurumda işi varmış. Araba kullanmadığı için otobüsle gitmiş. Otobüsten indiğinde duran otobüsün önünden karşıya geçmeye kalkmış. Bir kamyonet son anda görüp direksiyonu kırdıysa da aynası ile kafasına çarparak yere fırlatmış. Ciddi bir kafa travması oluşmuş.
Çarpan kaçmamış, arabasına koyup hemen hastanenin yolunu tutmuş. Ancak hastane uzakmış. Arkadaşım yolda sıkılmış. Çarptığı için sürekli özür diyen sürücüyü “senin kabahatin değil, önüne atladım” diyerek yatıştırmış. Sonra da “biraz alnım acıyor başka bir şeyim yok. Sen beni hastaneye götürme, aldığın yere geri götür” demiş. Dönüp kaldığı yerden evrak işleri için uğraşmaya devam etmiş. Bu iş 3-4 saat sürmüş. Çıktığında yolun karşısındaki bankayı görüp orada da işi olduğunu hatırlamış, gepgeniş caddenin karşısına geçip o işini de görmüş. Sonra da eve 45 dakika süren otobüs yolculuğuyla dönmüş. O arada bir arkadaşı ile konuşmuş ve onunla buluşmak için de apartmanın kapısında yarım saatten fazla beklemiş vb. Özetle kafa travmasından sonra o günü sanki hiçbir şey olmamış gibi sokaklarda ve olağan akışında geçirmiş.
Vehameti kavramamak
Akşam bana telefon edip “ben bugün trafik kazası geçirdim ama alnımdaki şişlik galiba biraz fazlalaştı. Fotoğrafını atsam bakar mısın?” dediğinde kazadan 7 kadar saat sonraydı. “Fotoğrafa bakmakla olmaz” diyerek gidip kendisini gördüğümde durumu iyiydi. “Nörolojik muayenende hiçbir bozukluk yok ama gene de bir BT çekilmesi lazım” dediğimde keyfi daha da yerine geldi. Film çektirmekle ve acile gitmekle ise hiç ilgilenmedi. O geceyi iyi geçirdiyse de ertesi gün fenalaşıp hastaneye kaldırıldı. BT çekildi ve beyninde iki yanlı kanama olduğu saptandı (Subdural hematom). Beşinci gün ameliyat edildi. Olmadı yeniden ameliyat edildi, gene olmadı… Bu hikâye diğer ikisinin tersine olabilecek en acı sonla bitti…
Anlattığım bu hikayelerin ortak noktasının olay sonrası davranış biçimleri olduğunu anlamışsınızdır. İlk olayda ben bu “oluşan durumu umursamayışın” kanamanın etkilediği beyin bölgesi yüzünden oluştuğunu düşünmüştüm. Çünkü beynin “muhakeme etme, durum değerlendirme” yeteneği ile ilgili bir bölgesinde kanaması vardı hocanın. Ancak kardeşimin kalp krizinde olduğu gibi beynin hastalanması söz konusu bile değilken de aynı umursamazlığın geliştiğini görünce anladım ki sorun etkilenen beyin bölgesi ile ilgili değil. “Gelişen belalı durumun vahametini kavramamak” başka türden bir sorun. Biyokimyasal bir karmaşa bu sorunu yaratan.
Benim yakınlarımda bizzat deneyimleyerek öğrendiğim bu sorunu halk kültürü çoktan isimlendirmiş bile. “Kan sıcakken yaranın büyüklüğü anlaşılmaz hatta yaralandığı bile anlaşılmaz” diyorlar.
Yara sıcakken ya da kan sıcakken diye bir sorun varmış meğerse. Savaşta yaralananın yarasına rağmen kahramanca dövüştüğü palavra değilmiş öyleyse. Ya da hasmının bıçağını yiyen aktörün hiçbir şey olmamış gibi karşı atağa geçişi de sadece poz kesmek değilmiş.
Öyle değil gerçekten de. Benim pekiştirmek için 3 ayrı örnekle anlattığım bu sorunun aslında şöyle ya da böyle hepimiz tanığıyızdır. “Yara sıcakken durumun kavranamayışı” sorununun yani. Konu yaralanmaktan ibaret de değil elbette.
Sözü edilen “yara/kan sıcaklığı” ne demektir, nasıl bir biyokimya buna neden olmaktadır?
Kendimizi olağanüstü (yeni) bir durumun içinde bulduğumuzda, bu ister bir kaza olsun ister bir bela, böbrek üstü bezleri derhal “adrenalin” salgılar. Bu kimyasal madde yani hormon hemen kana karışarak bütün organları etkisi altına alır. Adrenalin etkisiyle kalp daha hızlı çalışır, dolaşım artışına bağlı olarak kasların gücü artar. Göz bebekleri büyür yani görme keskinleşir vesaire. Bütün bu bedensel reaksiyonlar o an var olan savaştan canlı çıkmak içindir.
Savaşın yani adrenalini salgılatan durumun ne olduğunun önemi yoktur. Bu gerçek savaş da olabilir, bir fare görmek de. Deprem de olabilir, öğretmenin bağırması da. Söz konusu olan korkudur. Korku denilen şeyin aslı astarı da ölmekten korkmaktır.
“Deli kuvveti”
Görevi gereği sadece ölmemek için salgılanan adrenalinin hedefi, becerilebiliyorsa var gücüyle kaçmak, kaçılamıyorsa da var gücüyle savaşıp kazanmaktır. “Var gücüyle” lafı cuk oturur çünkü adrenalin kıyıda köşede ne kadar güç varsa toplayıp ortaya döker. Kaçmak için de savaşmak için de bedenin olabildiğince güçlü olması gerekir çünkü. Adrenalinin görevi de ne yapıp edip bu ekstra gücü temin etmektir. (Aslında “deli kuvveti” diye bilinen şey de budur)
Beklenmedik anda patlayan savaş durumunda bedenin güçlü olması yetmez aynı zamanda beynin de güçlenmesi gerekir. Adrenalin etkisindeki beyin de daha hızlı çalışır ve kişiyi daha cesur, daha atak, daha gözü kara hale getirir. “Gözü kara” lafına dikkatinizi çekerim.
Ölümden korunmak için, ani gelişen korkutucu durumlarda harekete geçen adrenalinin ömrü kısadır. En fazla bir saat içinde tükenir. Eğer korku yaratan durum sonlanmamışsa bu kez devreye başka bir kimyasal madde girer. Adrenalinden görevi devralan kortizol saatler hatta tehlike sürüyorsa günler süresince etkilidir. Etkisinin de adrenalinden eksik kalır yanı yoktur. O da kişiyi aynı şekilde güçlü, atak ve gözü kara kılar.
Beyni kanamış, kalbinin damarı tıkanmış ya da araba çarpmış olması fark etmez. Bütün belalar korku yaratır. O korkuyu yaratan durumlardan kurtulma reaksiyonlarını da “otomatik” olarak tetikler. Bu otomatik reaksiyonların günlük hayattaki adı cesarettir. (Kolayca anlaşılacağı üzere en cesur davranışları sergileyenler en çok korkmuş olanlardır. Bu kapsamda deliliği coşup saldırganlaşanlar da çok korkmuş olanlardır. O yüzden aklı hastalananlara da onları ürkütmeyecek biçimde yaklaşmak gerekir.)
Bu biyokimyasal reaksiyonların akılla uzaktan yakından alakası yoktur. Dediğim gibi tümüyle otomatik reaksiyondur.
Şefim de kardeşim de arkadaşım da akıl hastası ya da salak değiller. Tersine, toplum ortalamasının epeyce üstünde akıl ve zekaya sahipler. Ancak bela sonrası aynı biçimde reaksiyon göstermiş olmaları da tesadüf değil. Aniden gelen belalar karşında doğal reaksiyon budur: Cesaret artışı yani gereksiz risk almak.
O yüzden “ben olsam onlar gibi yapmazdım” demeyin. Oturduğun yerden farazi durumlar için akıl yürütmek kolaydır. Ancak küçük bir ihtimal ama hadi diyelim ki siz gerçekten onlar gibi yapmazdınız. Ancak inanın onlardan farklı şeyler de yapsanız gene “otomatik olarak” bir şeyler yapacak sonra da aklınızla bunun kılıfını hazırlayacaktınız. Özetle ani bir bela karşısında herkes başka bir saçmalık yapıyor. Ne siz ne de ben bundan muafız çünkü bu reaksiyonlar otomatik ve akıl dışı. Şimdi bela anında değilken yani hormonlarımız yerine aklımızla konuşurken rahatız da…
Beynin otomatı
Peki madem bu bir otomatik programdır, öyleyse bu gereksiz ataklık yaratan cesaret gösterisi açmazından kurtuluş yok mu derseniz, elbette var. Beyin hangi yaşta olursa olsun öğrenebilen bir organdır:
Beyin kendi antik/otomatik reaksiyonlarını da sonradan öğrendiği başka otomatik kalıplarla değiştirebilir. Bunun tek bir şartı var. Arzu edilen yeni kalıplar kendisi tarafından kendi beynine öğretilmeli. Elin lafı geçerli değil. Sadece lafta bilmek de yetmez provalar ile yineleyerek pekiştirilmeli. Beynin otomatı ancak bu şartta değişir.
Öyleyse çözüm “ölüm” konusu üzerinde yeterince kafa yorup, ölümcül durumlarla karşılaştığınızda ne yapacağınızı beyninize önceden ezberletmekten geçer. Bu bilgi sadece ani tehlike durumları için geçerli değildir. Korkular, fobiler, panik ataklar, takıntılar ve öfke krizleri için de geçerlidir. Çünkü hepsi aslında insanın ölüm korkusunun farklı kıyafetlere bürünmüş tezahürleridir.
Yeterince hayali prova yaparsanız eğer, bir bela ya da beklenmedik bir kriz anında gereksiz atak davranışlar geliştirdiğinizi fark edip “dur” diyebilirsiniz kendinize.
“Dur ve bekle. Harekete geçme.”
Duygularınız hele hele “saldır” diyen duygularınız işbaşındaysa, mutlaka beklemelisiniz.
Duygular başrole geçmişken beklediğinizde, aklın kısık sesini duyarsınız: Trafik kazası geçirdin, acile git. Yeni hastaneden çıktın, dinlen, hemen işe girişme. Düştün, fırlayıp kalkma, ne olduğunu iyice anlayana kadar düştüğün yerde bekle. Öfkelendin, kavga etme. Tepenin tası attı, konuşma. Taşkınlaştıysan nefesini tutup içinden sayı sayarak sakinleşene kadar bekle…
Heyecan etkisindeyken yapmak istediğin her ne ise onu mutlaka ertele. Bekle. Bekle ki aklın gelip makamına kurulsun. Akıl ile zekayı da karıştırma. Ne zeki insanlar duygularına yenilip ne haltlar yiyorlar…
Doğru olanı hep söyler akıl. Ancak hep kısık sesle söyler. Durup kulak vermek gerekir. Kaza ve bela ile karşılaştığında, ne yaparsan yanlış ne yapmazsan doğru olacağını bırak da coşkun duyguların değil sakin aklın söylesin. Sakın sıcak kanın akışına kapılma.
Duyguların kadar değil, aklın kadarsın. Davet edip kullanmazsan aklın ne yapsın.
Görsel: Youtube
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: