Annem Adapazarı doğumlu. Evlenene kadar da başka bir yerde yaşamamış
Babamın o sıralar görev yeri olan Rize’de tanışmış balık çeşitleriyle, 1958’de. Babam da Adapazarlı ama aşırı balık düşkünü. Rize’deyken de nerdeyse her gün eve balık gönderirmiş ki annem akşam için hazırlasın. Bir gün gene eve bir balık sepeti gelmiş. Gencecik bir gelin olan annem bir bakmış ki içindeki tıpkı yılan. Elini bile sürmemiş bu upuzun ve kaygan balığa, değil ayıklayıp pişirmek. Babam akşam işten gelince mecburen kendisi temizleyip pişirmiş yılan balığını. Annemin ihtiyarlığında bile hatırlayıp anlattığı bu hikâye dışında yılan balığıyla benim de hiç işim olmadı. Oysa balık hastasıyımdır. Her türlüsünü severim de pişiririm de. Denk gelmemişim demek ki.
Bu sene Çin takvimine göre yılan yılıymış. O yüzden Rus kökenli Amerikalı bir aile yeni yıl yemeğini yılan temasıyla hazırlamıştı. Yılın 12 ayına atfen 12 ayrı yiyecekle donatılan müthiş zevkli sofrada her şey yılan konseptine uygunsa da en etkileyicisi (bizim Amerikan salatası dediğimiz ama Amerikalıların kendilerine atfedildiğinden haberinin bile olmadığı) Rus salatasıydı. Bu salata kocaman bir servis tabağına yılan gövdesi gibi S seklinde yerleştirilmiş, üzerine de incecik kesilmiş minicik kornişon dilimleri balık pulları gibi yerleştirilmişti. Büyük özen ve beceriyle hazırlanan bu sofranın ana yemeği de bizim yılbaşı sofralarımızın ana yemeği olan hindi değil balıktı. (Zaten hindiyi Amerikalılar “Christmas” (Noel) yemeğinde yiyor. Biz niye yılbaşında yiyoruz bilmiyorum.)
Sofranın ortasındaki devasa balığın tabakta kıvrılışına bakarak yılan balığı olduğunu düşündüm. Beynin genelleme yapma salaklığına bir örnek işte. “Yılan yılına giriyoruz diye yılan temalı sofra hazırladık” deyişlerinden hareketle, yılan gibi görünen Rus salatasının yanındaki tabakta yılan gibi kıvrılmış bir balık olunca, onu yılan balığı sanmak bu türden genellemelere çok iyi bir örnek. Oysa sonradan öğrendim ki mersin balığıymış ve yılan balığına da cins olarak hiç benzemezmiş.
Yeni yılın bu özel yemeğinde sunulan “Sibirya mersin balığı” dünyanın en pahalı balıklarından biriymiş. Bu balığı meşhur eden havyarıymış. Siyah havyar denilen Sibirya mersininin yumurtaları çok yüksek fiyata satılırmış. Bu havyar o kadar değerliymiş ki avlanan mersinler yakalanıp yumurtaları sağılır, öldürülmeyip yeniden suya salınırmış ki yeniden havyar yapsın da yeniden yakalanıp yumurtaları (ç)alınabilsin. Pahalı dediğim siyah havyar ne kadar derseniz, kilosu 2 bin dolar ile 20 bin dolar arasında değişmekteymiş ki az bine satılanlar genellikle aslı değil sahtesiymiş. (Tam buraya gözleri yuvalarından uğramış bir emoji koymak yakışır değil mi?)
Biz neden “mersin balığı” demişiz öğrenemedim ama bu balığın yaygın adı “Sturgeon” bilimsel adı ise “Acipenser”. Aynı sülaleden dünyanın değişik yerlerinde yaşayan 17 çeşit asipensır var. Bilimsel adı “Acipenser baerii” olan tür ise Sibirya mersini diye biliniyor ve en değerlisi de bu tür. Üç farklı alt türü olan Acipenser baerii, genellikle Sibirya’daki nehirlerin orta bölümlerinde yaşıyor. Tuzlu sularda yaşayabilme kapasitesi varsa da genellikle tatlı sularda kalmayı yeğliyor. Alt türlerinden biri de Baykal Gölü’nde yaşıyor, siyah havyar da en çok o bölgede üretiliyor. Baltık Denizi başta olmak üzere başka yerlere de bu balık “ekiliyor.” Ilıman bölgelerde kurulan çiftliklerde bile yetiştiriciliği başlamış, yakın zamanda Türkiye de bu kervana katılmış.
Malum, Sibirya soğuğu ve buzuyla meşhur. Doğası gereği aslen buzlu denizlere akan Sibirya nehirlerinde yaşayan mersin de kışın suda gelişen oksijen yetersizliğinden kurtulmak için akıntının tersine binlerce kilometre içerilere yüzüyormuş, kış geçince de tersine. O yüzden güçlü kuvvetli göçmen bir balık. 65 kiloya kadar büyüyor ama 210 kilo olmuş örnekler de görülmüş. Ortalama 60 yıl kadar yaşıyor ama yüz yaşını aşanları da var. Erkekleri 10-20 yaş, dişileri ise 20-30 yaş aralığında cinsel olgunluğa erişip ürüyor. Tarıma alınanların her şeyiyle başkalaştığını söylemeye bile gerek yok elbette.
Kızım su ürünleri mühendisidir. Mesleğini hiç yapmadı ama yapsaydı eğer o da balık tarımında çalışıyor olacaktı ki bundan hiç hoşlanmadığı için ikinci üniversiteyi okuyup insan ilişkileri konusunda çalışmayı yeğledi. Kızım tanıdığı bildiği balıklar içinde en çok mersine müpteladır. Özel ilgisinin nedenini evrimde sıkışmış oluşuyla açıklıyor. Evrimsel gelişimde kıkırdaklı balıklardan sonra kemikli balıklar gelirmiş ama bu balıkta hem kıkırdak hem de kemik omurga birlikteliği varmış, yani geçiş dönemine ait bir canlıymış. (Bu hesapla hem kemikli hem kıkırdaklı omurgamızla biz de mi evrimde sıkışıp kaldık acaba?)
Kızım benim gibi balık yemeğe bayıldığı halde mersin yemekten pek hoşlanmıyor. Bunun birçok nedeni var. Bir metreyi geçkin boyu ve 60 kiloya erişen gövdesi ile nerdeyse bizimle aynı boyutlarda oluşu bir neden. Şansları yaver gider de avlanmazlarsa 60 ila 100 yıl yaşayacak olmaları da diğer neden. Bu kadar uzun ömürlü bir balığı yakalayıp mideye indirmek, birkaç sene yaşayacak balığı yemeğe göre daha canice geliyor ona. Ayrıca en az 60-70 milyon yıldır yeryüzünde yaşıyor mersinler. Hatta bazı türleri 150 milyon yıldır dünyalıymış. Yaşayan dinozorlar yani. İlk insansının 6-7 milyon yıl önce oluştuğu düşünülürse afiyetle mersin tıkınmamızı sorgulamakta epeyce haklı. Bütün bunlar bu yılbaşında mersinle afiyetlenmemizi gene de engellemedi ama.
Mersin yumurtaları en zengin sofralarının baş köşesine yerleştiği için insanların saldırısından kurtulamıyor. Ruslar aslında 20 sene kadar önce Sibirya mersininin avcılığını, artık soyu tükenmek üzere diye yasaklamış. O nedenle bizim yediğimiz de aslı değil akrabasıgillerden biriymiş. Daha doğrusu Atlantik Sturgeon’uymuş.
Kendisini yakalayıp pişirdiğimiz ya da yumurtalarını sağarak çaldığımız yetmiyormuş gibi plastik atıklarımızla çevreyi öyle kirletmişiz ki Sibirya nehirlerindeki mersinlerin kendileri gibi yumurta sayıları de giderek azalmış.
Çevre sorunlarına dudak büken, soyunu tükettikleriyle hayvan ve bitki çeşitliliğinin yok oluşuna aldırmayan insan evladının, en övündüğü şey olan kendi spermlerinin sayısının da giderek azaldığı gerçeğinden haberdar olmaması ne kadar ilginç değil mi?
Yapay dölle(n)me teknikleri ne kadar gelişmiş olursa olsun, insan soyunun gebe kalamama olasılığının artışı ile dünyanın her bir yerini, havasını suyunu ve toprağını elbirliği ile kirletiyor oluşunun paralel olduğunu kavrayamayışı da o çok övündüğü aklının kıtlığından değil mi? Hani hayvanların aklı yok ama bizim var sanıyoruz ya?
Balık yumurtasını azaltıp soyunu tehlikeye atan çevre kirliliğinin, insanın soyunu tehlikeye atanla aynı şey olduğunu yani suçlunun sadece ve sadece biz olduğumuzu anladığımızda, belki plastik poşet kullanmamak gibi basit önlemlerle ilgilenmeye başlayabiliriz.
Kontrolsüzce üredikçe tükettiklerimize ve de bütün yapıp ettiklerimize bakınca, belki de üreyemesek ve soyumuz toptan kurusa daha iyidir. Kim bilir?
Not: Fotografını bir doğa parkında çektiğim bu sarışın yakışıklı, balık falan değil elbette, en gerçeğinden bir yılan. Yılan yılı kutlu olsun ve de insanın yılan görünce öldürmeye kalkma güdüsü körelsin dileklerimle…