“Bir keresinde, Puşkin, Tverskoy Bulvarı boyunca yürüyen Çernişevski’yi görür. Arkasından gizlice yürüyerek onu izlemeye başlar.
Bu arada gelip geçen yazarlar Puşkin’i görünce selam verirler. Önden yürüyen Çernişevski onların selamını kendisi için sanıp mutlu olur.
Dostoyevski geçer ve selam verir. Pomyalovski, Grigoroviç – yine geçerken eğilerek selam verirler. Gogol geçer -gülümseyerek ve elini de hafifçe sallayarak selamlar- bu da Çernişevski’yi mutlu eder. Turgenyev de geçerken eğilerek selam verir. Sonra Puşkin Vyazemski’nin yerinde bir fincan çay yudumlamaya karar verir ve Çernişevski’yi izlemekten vazgeçip yolunu değiştirir. Bu sırada aniden Çernişevski’nin yanından Tolstoy geçer, doğal olarak Puşkin’i göremez. Tolstoy, o sıralar, genç, sakalsız ve üniformalıdır. Çernişevski’yi de fark edemez. Selam vermeden ve tek kelime etmeden geçer, gider.
Çernişevski, daha sonra günlüğüne, “Bütün yazarlar harika şeyler yazdı ama Tolstoy bir külhanbeyi olduğunu her zaman belli etti. Zaten o toprak ağası bir kont” diye yazar.”
***
Vladimir İvanoviç’in anlattığı, Daniil Harms’ın yazdığı bu kısa öykü Rus edebiyatının bütün ustalarının resmigeçidi gibi sanki.
Klasik Rus edebiyatının ustalarının pek çoğunun içinde yer aldığı bu anekdot beni düşüncelere sevk etti.
Bu ustaların aynı dönemde, aynı ortamlarda yaşamış olmalarının kuşkusuz birbirlerinden etkilenerek, birbirlerini geliştirmelerine katkısı olmuştu.
“Dostoyevski, kendisi de dahil, dönemin klasik yazarları ve devamı için “Hepimiz Gogol’ün ‘Palto’sundan çıktık’ demiş” diyorum.
Vladimir İvanoviç, “Öyledir de gerçekten! Gogol, çağdaş Rus öykücülüğünde önemli bir kilometre taşıdır” diye cevap veriyor.
Rusya coğrafyasında 18. ve 19. yüzyılların birikimine sahip çok büyük bir edebiyat vardı.
Uçsuz bucaksız ovalarda, bozkırlarda, karla buzla kaplı düzlüklerde yaşayan Ruslar yaşadıkları ortamdan etkilenmişler, kendi kültürlerini yaratmışlardı.
Bu toplumsal kültürün parçası olarak Gogol, Puşkin, Turgenyev, Herzen, Tolstoy, Çehov, Dostoyevski, Lermontov gibi edebiyat alanında çağlarına damga vuran büyük yazarlar yetişti.
“Rus edebiyatının Rönesans’ı.”
***
Kültürel değişimler aralığı yüzyıllar olabiliyor. Uzun, kaybedilmiş, karanlık bir boşluk dönemi yani. Ancak bir bakıyorsunuz her şeyin değiştiği bambaşka bir dönem, yeni bir çağ başlıyor.
Yeni uygarlıklar sıçramalı olarak ortaya çıkıyor.
Sıçrama veya atılım… Devrim.
Nicel değişimlerin birikiminden doğan nitel bir değişim.
Ancak bu sıçrama kendiliğinden olmuyor.
İnanç, bilinç, bilgi ve irade; en önemlisi de önderlik gerekli.
***
İnsanlık tarihinde böyle pek çok dönem var.
Örneğin İtalya’da Rönesans dönemi.
15. ve 16. yüzyıllar arasında İtalya merkez olmak üzere tüm Avrupa’da yaşanmış olan Rönesans, yani yeniden doğuş dönemi, tüm dünya için sanatın, bilimin, felsefenin ve mimarlığın altın çağına girmesinin ilk adımı olmuştu.
Rönesans dönemi sanatçıları; Leonardo da Vinci, Michelangelo, Jacobo Tintoretto, Sandro Botticelli, Tiziano Vecellio, Donatello, Albrecht Dürer, Raffaello Sanzio, Hieronymus Bosch, Giotto di Bondone, bu dönemde yaşamış ve ürün vermişlerdi.
Bir başka örneği bizden vermek gerekirse; Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlânâ, Nasrettin Hoca, İbni Arabi de aynı dönemde, Selçukluların tarih sahnesine vedaya, Osmanoğulları Beyliğinin tarihi değiştirmeye hazırlandığı dönemde, 13. yüzyılda Anadolu’da yaşamışlardı.
Yakın tarihimizden bir örnek: Kuzey Makedonya’nın Manastır şehrinde, Manastır Askeri İdadisi’nde eğitim gören, daha sonra Kurtuluş Savaşı’nın önderleri ve Cumhuriyetin kurucuları olan Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları.
Mustafa Kemal’in Harbiye’deki arkadaşları öncelikle Manastır İdadisi’nden gelenlerdi. Bunlar arasında, Ahmet Tevfik ilk sırayı almaktaydı. Çocukluk arkadaşı, rüştiye ve idadide de birlikte okuduğu Mustafa Nuri (Conker), Lütfi Müfit (Özdeş), Ali Fuat (Cebesoy), Arif (Ayıcı), Hayri (Tırnovacık), Kazım (Karabekir), Ömer Naci, İsmail Hakkı (Pars), Kazım (İnanç), Kazım (Özalp), Ali Fethi (Okyar) onu takip eden arkadaşlarıydı. Bunların bazıları kendi devresi, bazıları da kendisinden önce veya sonraki devrenin öğrencileri idi.
Yine, Nazım Hikmet’in Bursa Cezaevi’ndeki hapislik yıllarında Orhan Kemal’in, Kemal Tahir’in, ressam Balaban’ın mapushane arkadaşı olmaları.
İbrahim Balaban, Nâzım için, “O bir güneşti ve ben o güneşin içinden doğdum” demiş.
Bunlar benim ilk ağızda hatırladıklarım. Daha pek çok örneği vardır.
Bütün bu insanlar birbirlerini etkilemiş ve yaratmışlardır.
Zihinler birbirini oluşturuyor.
“Üzüm üzüme baka baka kararır” diyorum Vladimir İvanoviç’e.
Bana bakıp, konuyla ilgisini anlamaya çalışıyor.
Bir de bu, uzun süre birlikte vakit geçiren, aynı ortamı paylaşan, aynı havayı soluyan kişilerin birbirlerinden etkilendiklerini anlatan Türkçe atasözünü açıklamak var tabii…
***
“Benim bilimsel olarak açıklayamayacağım, aynı dönemlerde ve ortamlarda yaşayan insanlar arasında kültürel, düşünsel etkileşimin de ötesinde fen bilimlerinin konusu olan zihinsel bir iletişim var” diyorum.
Yaşamda bilemediğimiz; sezdiğimiz, ama anlayamadığımız, bilimin bile aciz kaldığı pek çok şey var.
Evrende, doğada, toplumların yaşamında kocaman bir bütünlük var.
Her şey bütünlük içinde ve her şey birbiriyle bağlantısallık halinde.
Uzun süredir çalışmalarını ilgiyle izleyip, anlamaya çalıştığım çok değerli bir bilim insanımız var: Prof. Dr. Türker Kılıç, Avrupa Bilim ve Sanat Akademisi Üyesi, BAU TIP Dekanı, Beyin Cerrahı.
Türker Kılıç, nöronların etkileşimini anlatıyor. Beyinin nasıl zihin ürettiğini araştırıyor.
Ancak kendisi bir beyin cerrahı, tıp bilimcisi olmasına rağmen sosyolojinin, sosyal bilimlerin kapsamına giren çıkarımlara da değiniyor.
Bağlantısallık bilimi kapsamında nöro bilim anlatılıyorsa da sosyal bilimlerin konusu olan toplumsal olayların, kültürün, sınıf bilincinin anlaşılmasına da yardımcı olan bir teori.
Geliştirdiği bağlantısallık paradigmasına göre, birbiriyle bağlantılı canlı-cansız şeyler bütünü olan yaşam aslında tüm bileşenlerinin aritmetik toplamından çok daha fazla bir şey.
***
Vladimir İvanoviç’e Türker Kılıç’ın paylaştığı değerli bilgileri mealen aktarıyorum.
“Tırtıl ve kelebek aynı mı?” diye soruyorum.
“Tırtıl gündüz ve gece kelebeklerinin larvası” diye cevap veriyor.
Profesör Türker Kılıç, tırtıllarla kelebeklerin aynı genetik yapıya sahip olduklarını söylüyor.
Ama her tırtıl kelebek olamaz, diyor.
Tırtılların kelebek haline gelmeleri için, başkalaşım olarak adlandırılan bir evreden geçmeleri şarttır.
Bu evrede, tırtıllar kozalarını dokurlar ve kozanın içerisinde hücrelerinde bir değişiklik yaşarlar.
Bu değişikliği tamamlayan tırtıllar kelebek olabilirler. Bazı tırtıllar ise, başkalaşımı tamamlayamadan ölürler veya avcı hayvanlarca tüketilirler.
Yani kelebek olabilmek için çok istemek şart.
Kelebek olacak tırtılın yeterince hayalci hücreler yetiştirmesi gerekiyor.
Bu hayalci hücreler, diğer tırtıl hücreleri ile aynı genom yapısındadır, ama bu hücreler tırtıl olmaktan sıkılan “rahatsız” hücrelerdir. Farklıdırlar, rahatsızdırlar.
Peki, tırtıllar hayal kurabilir mi?
Sadece insanlarda ve tırtıllarda bulunan hayalci genler sayesinde tırtıllar, kelebeğe dönüşebiliyorlar. Hayalci genlerin hayal kurabilmesi, kelebeğe dönüşebilmesi için eylem ve güçlü bağışıklık gerekiyor.
Diğer tırtıl hücreleri, büyürler, gelişirler, günü geldiğinde ölmeyi seçerler, apoptoza (hücrenin programlanmış ölümü) uğrarlar. Bu hayalci hücreler ise yaşamayı ve yaşatmayı seçerler ve sayı eğer belirli bir eşiği aşarsa başlarlar kelebeğin vücudunu oluşturmaya.
Ölümden, kaostan ve savaştan yeni bir dünya, bir kelebek yaratırlar.
İçinde yaşadıkları topluma isyan eden devrimciler gibi.
Önemli bir husus, Türker Kılıç’ın dediği gibi, kelebek olacak tırtılın önce kendi kabuğundan vazgeçmesi ve kendi varlığını gelecekteki varlığı için eritmesi gerekir.
Türker Kılıç, “Bazen içimize çektiğimiz hava değil, gökyüzüdür. Akciğerlerimizi dolduranın hava mı yoksa gökyüzü mü olduğunu zihnimiz ve içinde bulunduğu yaşam ağı belirler,” diyor.
***
Bunları düşünürken aklıma başka şeyler geliyor.
Bir ülkede yapılabilecek en değerli şeylerin başında o ülkede eğitime, bilime, düşünceye, sanatsal yaratıcılığa olanak sağlayan barışçıl, özgür bir iklimin, bir kültür ortamının yaratılmasına ön ayak olunması gelir herhalde.
Ve annelerin, babaların yapabilecekleri en iyi şeylerden biri çocuklarının iyi ortamlarda yer almasına katkıda bulunmak.
Aile ve arkadaş çevresinde, sokakta, okulda…
“Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” lafı da boş değil.
Toplumsal yaşamda doğru birliktelikler önemli.
“Teknolojik yeniliklerin getirdiği olanaklardan yararlanmamak doğru değil kuşkusuz, ama çok fazla “zoom”cu olduk. Benim itirazım var. Uzaktan eğitim, okula gitmeden alınan diplomalar. Artık ne işe yarayacaksa?” diyorum Vladimir İvanoviç’e, “Facebook tanışıklığıyla, WhatsApp grupları gevezeliğiyle yetinmek istemiyorum.”
“Evden, uzaktan çalışma… Halbuki aynı iş yerinde birlikte keyifle, güle eğlene çalışmak ne kadar güzeldir. Maçı televizyondan seyretmek, stadyumda canlı seyretmek kadar keyif vermiyor. Bir filmi evde televizyondan seyrettiğimiz zaman sinemada seyrettiğimiz kadar zevk alamıyoruz” diyerek konuya katkıda bulunuyor.
“Kardeş, arkadaş, yaşamdaş olmak… Biz, sosyal hayvanlarız. Genetik yapımız böyle. Ben, insan ilişkilerinin değerine inanıyorum.”
Bütün ihtiyaçlarımızı artık kuryeler evimize kadar getiriyor.
Kardeşim telefonda “Bakkal amcamızı özledik. Zaten o da artık ekonomik zorluklar nedeniyle pes edip, yakında dükkanını kapatacak,” diye yakınıyor.
Karşı karşıya oturmak, muhabbet etmek… Göz göze bakmak. Kelimelerimizin yeterli olmadığı anlarda surat ifadelerimizle, bakışlarımızla bir şeyler anlatmaya çalışmak. Bağıra, çağıra tartışmak gerektiğinde…
***
Rastlantısallık değil, bağlantısallık.
Bağlantısallık-Bütünsellik.
Bağlantısallık-Yaşamdaşlık.
“İnsanlar tek bir vücudun hücreleri gibi bütünlük ve bağlantısallık içinde var olurlar. Ve bu güçlü olanın genini aktardığı, güçlünün doğal seleksiyonda öne geçtiği “gen bencildir” kültüründe değil, iş birliğinin önde olduğu anlayışta yaparlar.”
Nazım Hikmet’in “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” dediği gibi…