Cumhur Deliceırmak, Girne
“Kul olayım kalem tutan ellere” der ya türkü.
Kul olmak çok da iyi bir şey olmamakla beraber, padişaha, Hızır Paşa’ya kul olmaktansa ‘”kalem tutan ellere” kul olmak manasında söylenmiştir.
Pir Sultan Abdal söylemiştir ve Hızır Paşa’ya, onu paşa eden güce karşı söylemiştir.
Aklın ve hakkın, zulümden güçlü olduğu bağlamında söylenmiştir.
Kul olmak dini anlamda Allah’ın kulları olarak kalsaydı iyiydi de, tutun derebeylerden krallara, şıhlardan şahlara, sadrazamlardan padişahlara kadar pek çok iktidar sahibi kul görmeye meyletti insanları, yurttaşları.
Kral Andrew için de kendisi ve kulları vardı, Padişah bilmem kaçıncı Murat için de ve Napolyon için de böyleydi.
İnsanlık şüphesiz ki komünal topluluklardan kapitalist topluma kadar pek çok aşamadan geçmiştir.
Bu aşamalar silsilesinde “kul-kulluk” kavramı da evrilmiş, devrilmiştir. Tanrı ve kulları tek tanrılıktan önce de vardı ve Musevilik ile birlikte Hristiyanlığa ve İslam dinine de sirayet etmiştir.
Dini bağlamda Tanrı/Allah ve kulları anlayışı bir ölçüye kadar masumdu/zararsızdı, ne zaman ki tanrı ile kul arasına ölümlüler, kendini peygamberlerden sonra ve onların vasisi, nebisi ilan edenler girdi işler çığırından çıktı ve tanrı ile kulları arasındaki masum ilişki, kulları kullanan ve onların kulluğunu kendi erki iktidarı ve çıkarı için kullananların silahı haline geldi, getirildi.
Demokrasi kavramının ve sisteminin en belirgin özelliklerinden biri de kulluk kavramını tarihin çöp sepetine atarak insanları eşit yurttaşlar olarak geliştirme eğilimidir.
İki binli yılları yaşadığımız bu çağda bile yurttaşlık kavramını henüz sindirememiş ve erki-gücü-iktidarı hasbelkader ya da seçimler sonucu ele geçirmiş olanlar, demokratik olmakla hiç alakası olmayan ve fakat özellikle gelişmemiş ülkelerde sıkça görülen, en çok oyu alan hükümet olan emreder ve daha az oy alanlar ile halkın bizatihi kendisi bu kararlara harfiyen uyar şeklinde tezahür eden ve çoğunlukçu demokrasi ya da mutlak demokrasi diye formüle edilen yeni tür iktidar ve kulları şeklinde özetleyebileceğim bir uygulama söz konusudur.
Kabile, aşiret ve ümmet toplumu olmayı aşamamış toplumlarda bu zihniyet en yaygın bir şekilde görülmektedir.
Özellikle Orta Doğu diye anılan, bilinen bölgede kabile, aşiret ve ümmet anlayışı, demokratik bir ulus devlet aşamasına ulaşamadığı ve ulaşabilmesi de ABD ve AB gibi büyük güçlerce engellenen bölgenin yüz yılı aşkın bir süreden beridir sürekli olarak kan revan içinde kriz bölgesi olarak devamlılık arz etmesi kulluk ve çağımızda da çoğunlukçu demokrasi anlayışının iktidar ve onun kulları şeklinde sürmesine yol açmaktadır.
Menderes’in “Vatan Cephesi ve odunu aday göstersem kazanır” mentalitesini ‘”bulun 226’yı devirin beni” diyen çoğunlukçu Demirel ile devam etmiş ve şimdilerde de “benim halkım/benim komutanım/benim valim” söylemleri ve 50+1 oy anlayışı ile sürmektedir.
Oysa yaşanan tarih göstermiştir ki diktaların en dehşetlisi, en kötüsü çoğunluğun diktasıdır.
Ne acı ve yazıktır ki ÇOĞUNLUKÇU DEMOKRASİ anlayışsızlığı KKTC’de de ileri götürülmeye çalışılmaktadır.
Oysa demokrasi çoğunlukçu değil, ÇOĞULCU hatta katılımcı bir aşama ile hayat bulur.