İnsanın insan olmasının da, insan kalmasının da değişmez koşulu toplumdur.
Çünkü insan insana muhtaçtır. İnsan ekmek gibi, su gibi başkalarına, başka insanlara acıkır ve susar. İnsan bir ilişki varlığıdır. İletişim varlığıdır. Bunu test etmek de son derece kolaydır. El değmemiş orman kalmadı ya, diyelim ki bir orman bulduk ve bir bebeği ormanda genişçe bir kafesin içinde, başka hayvanlar tarafından zarar görmeyecek şekilde bıraktık ve uzaktan ona göz kulak olarak, asla göz teması kurmayarak, sadece yemeğini suyunu vererek yaşamasını sağladık.
Ona konuşmadık, ona dokunmadık, onu sevmedik, ona kızmadık. O bebek insan olmaz. Olabilemez. Konuşmayı öğrenemez, hatta yürümeyi öğrenemez. Aslında böyle bir deney tarihte yapıldı. Ormanda değil ama terk edilmiş çocukların bakıldığı bir bakımevinde sanırım 30 kadar çocuk deneye tabi tutulmak üzere diğerlerinden ayrıldı. Bakım verenlere bu otuz çocuğu hiçbir şekilde kucaklarına almamaları, onlarla konuşmamaları, onlara sevgi göstermemeleri tembihlendi. Hemşireler çocukları kucaklarına almadan, onlara dokunmadan sadece biberonlarını tutarak onları beslediler. Gıdaları yerindeydi, barınmaları yerindeydi ama bu çocukların gelişimlerinin diğer çocuklara oranla çok geride kaldığı gözlemlendi. Ve biliyor musunuz bu çocuklar sonunda öldüler. Açlıktan, susuzluktan, hava şartlarından falan değil, düpedüz insanca ilişki eksikliğinden, sevgisizlikten, iletişimsizlikten öldüler.
Demem o ki insan olmanın şartı başka insanlarla, onları umursayarak ve onlar tarafından umursanarak yaşamaktan geçer. Günümüz toplumlarında insanın bu ihtiyacı yeterince karşılanıyor mu? Sanmıyorum. Kimse kimsenin umurunda değil dersem belki çok katı gelecek ve henüz, çok şükür henüz tam da o noktada değiliz. Hepimiz değiliz. Ama bazılarımızın yaşadığı ortamlar tam da böyle. Büyük şehirler, mega kentler, bireyselleşmenin merkezi, ana vatanı olan ABD’nin New York’u, Washington DC’si, Paris, Londra, Tokyo, Pekin, İstanbul ve daha nicelerinde toplumsal hayat yok gettolar var. Evsizler var. Uyuşturucunun ve insan kaçakçılığı bataklığına düşmüş nice insan oralarda insanlıktan çıkıyor. Oralarda doğan çocuklar peki insanlaşabiliyor mu? Buralarda devletlerin varlığı ve anayasası, yasaları hüküm sürüyor mu? Hayır cevabı için uzun uzun araştırma yapmamıza gerek var mı? Olan biten her şey gözümüzün önünde yaşanıyor zaten. Her şey hiç olmadığı kadar aşikâr. Ve asıl dehşet bunun böyle olmasından, olabiliyor olmasından zaten. İsimlerini saydığım başkentler ya da megakentlerde toplumsal hayat insanı desteklemiyor, insanı insanlaştırmıyor çünkü buralarda giderek daha az insanca yaşanıyor.
Nedir insanca yaşamak?
Komşuluk ilişkilerinin olması demek, tasada ve sevinçte bir olunabilmesi demek, insanların sokaklarında güvenle dolaşabiliyor olması demek. Değişimin yaşayanların hissedemeyeceği kadar usul usul ve kendi doğası içinde yaşanması demek. Bir dedenin torununu elinden tutup onu kendisinin de okuduğu ilkokula götürebilmesi demek. Toplumsal geçmiş böyle inşa edilir çünkü.
Öz cümle makinelerle, otoyollarla, fabrikalarla, dev binalarla, yerin altını ve üstünü donattığımız taşıma ağlarıyla, cebimize koyduğumuz internetle, yapay zekâyla, müthiş icatlarımızla ve tüm hiperteknolojik donanımlarımızla geldiğimiz yer saydıklarımızdan yana zengin ama insanlık, insaniyetlik açısından korkunç derecede fakir bir nokta. Bir bataklık. Ve bataklıklar insanlık üretmez. Olsa olsa sıtma üretir. Veba üretir. Cüzam üretir. Üretti nitekim.
Günümüzde bunların karşılıklarını rahatlıkla bulabilirsiniz. Geçmiştekiler bunlardan kurtulmak için bilime bel bağlamışlardı. Ya biz? Biz neye bel bağlayalım? Cevap verildi bile, yapay zekâya. Ahh zavallı insan. Duygusal yoksunluktan topyekûn delirmenin çaresini makineden bekleyen acınası insan.
Görsel: vecteezy.com