Bir önceki yazımda Boston’a gidip Harvard Üniversitesini gördüğümde yaşadığım hayal kırıklığını anlatmıştım. Şimdi de Boston trafiği yüzünden bende oluşan hukuk (!) algısını anlatacağım.
Boston’u görmek gönlümüze düştüğünden beri kızımın da benim de trafik sorunundan haberimiz vardı. O nedenle şehrin göbeğinde bir yerde kalıp toplu taşımayı kullanmaya niyetliydik. Ancak hayat çoğu kez niyetten bağımsız biçimde akıyor. “Efsane Çerkez Kızları” kitabının tanıtımı için, çevirmeni ve basımcısı olan kızımla birlikte New Jersey eyaletine gittiğimizde “ülkenin en güneyinden buraya kadar çıkmışken bari en kuzeyine kadar da gidelim” dedik ve araba kiralayarak yollara düştük. Doğal olarak daha girişten itibaren de Boston trafiğinin göbeğine düştük.
Gerçi oteli şehrin dışında seçtik ve şehre girişlerimizi işe gidiş geliş saatlerinin dışına taşıdık ama Florida’da köy gibi bir şehirde ve gepgeniş yollarda nerdeyse hiç trafiksiz yaşamaya alıştığımız için gene de bunaldık. Asıl bunaltıcı olansa park yeri bulmaktı.
Bir akşam Boston’un en meşhur yeri olan limanında bilmem kaç tur attıktan sonra yolun kenarındaki bir park yerinde nihayet bir yer bulduk. Kızım parkometreden online ödemeyi de yaptı. Sonunda arabanın kıskacından kurtulup sahilde keyif yapabileceğimiz için sevindik ama sevincimiz kursağımızda kaldı. Çünkü arabaya döndüğümüzde camımızda 45 dolarlık ceza makbuzu vardı. Neden olduğuna baktığımızda park parası ödediğimiz saatten daha önce park ettiğimiz için ceza aldığımız yazıyordu. Kızım bu işe çok bozuldu. O kadar tur at, en sonunda daracık bir park yeri bul parasını da öde ama gene de ceza ye. Bunu hazmedemedi. Yatıştırmaya çalışmam işe yaramadı.
Apple telefonlar Amerika’nın olmazsa olmazı durumda. Üzerindeki uygulamalar da her gün çeşitleniyor. Ben izleyemiyorsam da kızım bu uygulamalardaki gelişmeleri yakından izliyor. Telefonundan kontrol etti. Polisin ceza yazdığı saatte biz henüz oraya gelmemişiz.
Kızım, “Önceki ödeme de bu ödeme de yolda olduğumuz zaman dilimi de telefonumda kayıtlı” deyince “Polisin kayıt cihazının saati bozukmuş demek ki” dedim. “Yok canım, arabanın plakasından kiralık araba olduğunu da, başka bir şehirden geldiğini de görüyorlar. Nasılsa gelip geçici bir turist bu diye cezayı yapıştırıyorlardır” dedi. “Demek şehre ayak bastı parasını böyle çıkarıyorlar” dedim. “Yok öyle dava, ödemem ben bu enayi vergisini” dedi. “Ödemeyip ne yapacaksın. Madem bütün verileri görüyorlar, sen ödemezsen arabayı kiraladığın şirkete cezanı bildirirler, onlar da kredi kartından çeker” dedim. Ne dedimse vazgeçiremedim.
Otele dönünce internette biraz dolandı. Cezayı yazan trafik polisinin bağlı olduğu birimi buldu. Ne yapılabileceğini öğrendi. Otel resepsiyonundan telefonundaki bilgilerin çıktısını aldı. Ertesi sabah bu belgelerle ilgili şubeye gidip cezaya itiraz dilekçesi vereceğini söyledi.
“Saçmalama lütfen. Biz şehrin en kuzeyindeyiz, o şube en güneyinde. Sabah oraya kadar gitmek en az 1 saat sürer. 1 saatte de geri döneriz. Orada da en az 1 saat harcayacağımız düşünülürse yarım gün kaybederiz. Üstüne üstlük siniri stresi de cabası. Biz en iyisi sabah çıkıp kuzeye doğru yolculuğumuza devam edelim. 45 doların üstüne de bir bardak soğuk su içeriz” dedim. “Ben o soğuk suyu onlara içireceğim. Önce cezayı iptal ettireceğim, sonra da aletin ayarı ile oynayarak haksız yere ceza yazan o polis ekibinin başına bela olacağım” dedi de başka bir şey demedi.
Ertesi sabah uyandığında siniri geçer sandıysam da geçmedi. Arabayı kullanan da o olunca mecburen yola koyulduk. Yol boyunca “bak kızım, adamlar saatin ayarı ile oynuyorsa bunu bir tek bize yapmamışlardır, hep yapıyorlardır ve ilgili birim de bunu zaten biliyordur. Senin belgene karşılık onların belgesi var. Kimi kime şikâyet ediyorsun” demelerim işe yaramadı. “Zaten herkes öyle düşündüğü için bunu yapabiliyorlar. Yok öyle hikâye” diye diye yol alarak sonunda Adliye binasının olduğu bölgeye ulaştık. Ancak gene karşımıza park sorunu çıktı…
Sonunda “adliyeye gelenler park edebilir” diyen bir yönlendirme tabelası sayesinde bir kapalı otoparka girdik. 20 dakikasının 10 dolar olduğunu görünce ben gene söylenmeye başladım. “Bak kızım, anne sözünü dinlememenin sonucu budur. Bu koca otoparkta arabayı bırakıp çıkmamız bile 20 dakika sürer. İşimizin bitmesi kim bilir ne kadar sürecek. Özetle sadece otoparka da o ceza kadar para ödeyeceğimize göre nerede kaldı senin itirazının anlamı” diyerek hâlâ zararın neresinde dönülse kârdır hesabı vazgeçirmeye çalışıyordum. 40 yaşındaki bir erişkine hâlâ “ama ben anneyim, lafımı dinlemelisin” tribi attığım elbette gözünüzden kaçmamıştır!
Açken sen, sen değilsin!
“Anne, sorun para değil, niye anlamıyorsun. Sorun yapılan haksızlık. Haksızlık karşısında direnmemek” diyerek bir yandan beni savuşturmaya çalışıyor, diğer yandan da ha bire aynı yerleri dolanarak bilmem kaç katlı otoparkta dön dolaş bir yer bulmaya çalışıyordu. Bulamayınca da ipler koptu. Çıkışta bekleyen görevliye “hem içerde yer yokken alıyor hem boş yere dolanmama neden oluyor hem de para mı istiyorsunuz” diye girişti. Hem de ne girişme.
Hani bir gofret reklamı vardı “açken sen, sen değilsin” diyen. Kızım sabah kahvaltısını da hâlâ yapmamış olduğu için hipoglisemisinin de olduğunu var sayıyorum. 10 doları almadan bariyeri kaldırmayan adama bağıra çağıra sonunda müdürü kapıya getirtti ve park parasını iptal ettirdi. “Şimdi sıra diğerinde” diyerek sokaklarda yeniden park yeri aramaya çıktı. “Hadi artık vazgeç” demelerime cevap bile vermez olmuştu. Sonunda bir yere park ettiğimizde benim sabrım çoktan tükenmişti. Onun da bana sabrı kalmadığından “sen arabada kal” diyerek Adliyeye yalnız gitti.
Döndüğünde suratı düşmüş vaziyetteydi. “Polisin aletinde plakanızla birlikte çekilmiş saat kaydı var. İtirazınızın sonuç vereceğimi sanmıyorum” demiş dilekçeyi alan. “Sizin beklemenize gerek yok sonuç size yazılı olarak bildirilir” dediği için de artık park sorunundan bezdiğimiz şehri öğlen olmasına karşın kahvaltımızı bile etmeden en hızlı tarafından terk ettik.
Kuzey kasabalarına yaptığımız keyifli yolculukta zaman zaman “neydi o Boston’daki trafik belası” demelerimiz dışında da bu konuyu bir daha konuşmadık. Eve döndükten bir hafta sonra geldi sözü edilen mektup. Ceren’in itirazı yerinde görülmüş. “Cezanız kaldırıldı. Eğer ödemişseniz de bildirin size geri ödeyelim” diyen bir not göndermiş trafik şubesi.
Bu sonuca ne kadar şaşırdığımı söylesem azdır. Kızımsa şaşırmadı. “Burası Amerika, Türkiye değil” deyip duruyor. En sonunda anladım. Özünde değilse bile biçimde demokrasi böyle bir şeymiş demek ki.
Geçenlerde güzel ve yetenekli oyuncu Nurgül Yeşilçay’ın mini X videolarından birini izliyordum. Sözüm ona bulmaca çözüyor ve hak ve hukuku ifade eden A ile başlayan 6 harfli kelimeyi arayıp bulamıyordu. Bu yazıyı yazmama neden olan onun videosudur. Hukukun guguk olduğu bir ülkenin vatandaşı olarak “adalet” arama çabasından nasıl da vazgeçmiş olduğumu anlamamı sağladı bu yaşadığımız.
Benim için hâlâ “Burası Türkiye, orası Amerika” demek ki. Oysa kızım ne diyor “Burası Amerika, Türkiye değil…”
Gel de iç çekme…
Fotoğraf: Boston Limanı.
İlgili yazı: