Küresel çağda yaşamaktayız, küreselleşme olgusuna asıl rengini veren şey; ulusal sınırların iyice belirsizleşmesi, geçirgenleşmesi ve böylelikle insanların ve toplulukların dünyanın her yerinde, kendi kimlikleriyle ve kültürel özgünlükleriyle var olabilmeleri, kendilerini rahatça ifade edebilmeleri iddiasıydı.
Adına çok kültürlülük ya da kültürlerin kaynaşması denilen ve herkesin her yerde etnik kökenini, dilini, dinini ve bunların gerektirdiği yaşam biçimini rahatça sergileyebilmesi, yine bireylerin yemek kültürlerinden giyim kuşam kültürlerine kadar hemen tüm özgünlüklerini ortaya koyabilme ve bu biçimde yaşayabilmeleri, küreselleşmenin son derece demokratik ve de açık fikirli gözüken vizyonunu göstermekteydi.
Mc Luhan’ın ünlü ‘ küresel köy’ benzetmesinde ifadesini bulan ve ilk bakışta, kuşatıcılığıyla gerçek birçok kültürlülüğe doğru gidiş izlenimini veren küreselleşme sürecine daha yakından ve de dikkatlice bakılacak olursa ‘çok kültürlülüğün’ aslında büyük bir yanılsamadan ibaret olduğu net bir biçimde görülebilecektir.
Siyasal, ekonomik ve kültürel olmak üzere üç ayağı üzerine yükselen küreselleşmenin, ilk iki ayağına kıyasla daha az dikkat çeken ve dolayısıyla da daha az tartışılan ancak aslında çok daha önemli ayağı kültürel olanıdır kuşkusuz.
Küreselleşme süreci boyunca adına ‘mikro milliyetçilik’ denilen akımla, toplulukların etnik ve dini özgünlükleri başta olmak üzere diğer birçok kültürel özelliklerinin sürekli vurgulanıyor ve ön plana çıkarılıyor olması bizleri yanıltmamalıdır.
Yerel olanın görünürlüğünün artıyor gibi gözüktüğü bütün bu süreçte, küreselleşmenin merkezi konumunda olan başta ABD, gelişmiş Batı dünyasının yeme içmeden giyim kuşama, sinemasından müziğine kadar bütün bir kültürünün ve gündelik yaşam pratiklerinin alanını hızla genişleterek tüm dünyaya yayılması ve her yerde görülen ve yaygın kabul gören değerler haline gelmesi olgusu bir vaka olarak karşımıza çıktı.
Neredeyse kültür emperyalizmi boyutlarına varan bir güç ve ivmeyle, Batılı değerlerin ve yaşam biçiminin dünyanın hemen her yerindeki topluluklara bir şekilde dayatılıyor ve kabul görmesi karşısında, cılız sesleriyle ve soluk görüntüleriyle yerel unsurların kendilerini ifade etmeye çalışmaları, nostaljik hoşluklar ve görülmeleri gereken turistik ilginçlikler olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemeye başladı ne yazık ki.
Sinsi ve kararlı bir biçimde ilerleyen bütün bu kültürel benzeşme sürecinde, gündelik yaşam alışkanlıkları açısından gittikçe herkes birbirine daha çok benzerken, ideolojik açıdan Batı sistemini sürekli eleştirmek ve de reddediyor gibi gözükmek, gerçek bir karşı duruş olmaktan ziyade retorik düzeyde kalmaya mahkum bir duruş gibi gözükmekte.
Öyle ki; son yıllarda dünyanın gündemini çokça meşgul eden ve en radikal Batı karşıtı olduklarını ifade eden Taliban militanlarının, Amerikan yapımı akıllı telefonlarıyla oynadıkları görüntüleri izleyen dev teknoloji şirketlerinin yöneticilerinin gülümsemelerini görür gibiyim.
Ya da yerli bir restorana gidip özgün bir yemek sipariş ettikten sonra yanında da bir bardak Coca-Cola istemek gayet normal olsa gerek çoğumuz için.
Hem ne derler, “Coca-Cola her şeyle iyi gider…”