Üsküdar Kısıklı’dan Çamlıca tepesine doğru kıvrıla kıvrıla çıkan eski İstanbul yeşillikleri, yine aynı güzargahta, bu kentin efendilik, çelebilik imbiğinden geçmiş bir yığın renkli hayatlarına, sofa ve oda kapılarını gıcırtılarla açan, bahçeli, ahşap binalar ve köşkler, dükalığa kurulmuş bir cinayet şantiyesinin dev palet bıçaklarına, adı her gün “Doğa” olan çocuğunu, bu dişlilerin iştahına doğru fırlatıyor.
Kısıklı’da bir nihaventin tanbur sesi olan, eski İstanbul akşamları, İcadiye’de flurya, saka, ispinoz ve de bülbül olan Türk sanat müziği seansları, en tepelerde “sazlar çalınır Çamlıca’nın bahçelerinde” diye anlık enstrümanların sesleri, grayder ve loderlerin mekanik naraları altında, gittikçe etkisini kaybetmekte ve duyulmaz bir çığlık olmaktadır, sonunda…
Kısıklı, İcadiye ve Çamlıca, yeşile düşman olmuş, para karşısında, tüm güzel eski yapraklarını dökerken, devlet köstebeği karayolları da, TEM’in asfalt damarlarını bu emsalsiz tabiatın en ücra köşelerine sokmamak için, yüzeyi çelik ve betondan bir viyadük ve tünel bombardımanına tutmaktadır.
Çamlıca tepelerinin az düşmüş metreli eteklerinde eski İstanbul’u, o tabiat harikası İstanbul’un en güzel günlerini yaşamış insanlarına, uzunluğu hiç kesilmeyecek bir uyku için, topraktan yatak olan Çakaldağı mezarlığı, ölüler rahmetine kurulmuş bu yörenin son yeşilliğidir belki de, artık…
Boğazdan kopup gelen her tür isim ve hızdaki rüzgarlara karşı, seksen yıllık yeşil bağrını olanca korumasızlığı içinde açan Çakaldağı mezarlığı, etrafını çepeçevre dolanmaya hazırlanan TEM’in tali yollarının karşısına, iri çamların, iğne yapraklarını teker teker sivrilterek, çoktan kaybedilmiş bir İstanbul savaşının son cephesini oluşturmaktadır, güya…
Çakaldağı mezarlığının alçak taşlı girişine varıp, adeta betonlaşan toprak yokuşun sağına kaykılıp, 50 metre yürürseniz, yine yönü sağa rastlayan, damı selvili, çevresi yabani otlu, betonarmesi beyaz mermerli, küçük ve şirin, adresi dünyevi değil, uhrevi bir eve rastlarsınız.
Bu evde 8 yıldan beri, Türk basınının saygın isimlerinden ne kadar insan olunabilecekse o denli insan, ahlakta, beyefendilikte, çelebilikte, güzellikte bir doruk oturmaktadır; Namık Sevik.
Bu kentin ve eski Bab-ı Ali’nin son İstanbullularından biri olan Namık Abi, tüm mekan ve insan kavramları, yeni terzi ve mimarlarca ters yüz edilip tanınmaz hale getirildikten sonra, bu dükalığın adam prototipi ile birlikte, bir mezbele konumundaki yerlerini de terk ederek Çakaldağı’ndaki küçük evine sığınmıştır, ebediyyen…
Yeldeğirmeni, ne Namık Abi’nin doğumundaki çocuklukta olduğu kadar yeşil ve gürültüsüzdür şimdi, ne de oyun alanları ve çeşitli ağaç tepeleri ile o dönemlerde bulunduğu kadar yaramaz…
Ağaç doruklarından oksijen oksijen bakılan o alçak evli semt, katları göğe doğru yapılmış yüksek apartmanları, asfaltlanmış caddeleri, otomobil sirenlerince bir İsrafil borusuna çevrilmiş gürültüsü ile, Sevik’in çocukluğundaki asudeliğin çok uzağındadır şimdi…
Semih Bayülken de kaçmıştır Yeldeğirmeni’nden, Memduh Eren de, hatta hatta, semtin sembollerinden hırsız Semai de terki diyar edip başka bir adrese sığınmıştır, Kadıköy’de…
Yeldeğirmeni’ndeki bütün Ermeni ve Rum meyhanelerinin kadehleri kırılmıştır.
Sırtındaki omuzluğu ile Silivri’nin en kaymaklı yoğurdunu bağırarak mahalle arasında satan Mestan Ağa, yaptığı sakız gibi dondurmayı, bakır bakracını, dut ağacından olma tahta korunağına sardığı kar beyazı havlularla örtüp satan esnaf, eski İstanbul kartpostallarında kalmış anı insanlardır, artık…
O yaz bayramlarında, semtin güneşi çabuk inen yerlerinde kurulan açık hava cambazhanesi, palyaçosu, çığırtkanı, telde ürkek ürkek hava adımı atan cambazı, etrafında çeşitten birbirine vuran kalabalığı ile, eski takvim yapraklarına sarılmış bir yalancı dolmadır, artık Namık Abi…
Süreyya Sineması ötesi bir yeşiller ülkesi olan Moda ve burnu, o İtalyan ve Rum azınlıkların oturduğu aşı boyalı, geniş bahçeli, tahta köşkler, sahipleri ile birlikte tepeden Marmara’ya “denize inen sokak” çaresizliği içinde yuvarlanıp kaybolmuşlardır, İstanbul ve senin için…
Basının fıkra devi Falih Rıfkı Atay, Türk hikayeciliğini köyden alıp içine İstanbul sokan Haldun Taner, futbolumuzun ilk esatiri kahramanı Zeki Rıza artık ne Moda’nın aristokrasisini selamlayabilmekte ne de mağrur adımları ile yaşadıkları semte bir kundura şerefi verebilmektedir.
Fenerbahçe burnunun orta kuzeyinde en güzel kumunu yığan aynı isimli plaj, kendisine bir 50 yıl yelpaze zerafetinde vuran dalgaların efendiliğinden pek sıkılmış olacak ki, tahta kabinleri, trampleni, küçük şarpileri, kum şemsiyeleri ve gişesi ile birlikte o kıyıdan koparak, başka bir dünyaya göçmüşlerdir.
Senin, bana, İstanbul’a ve sevdiklerine yaptığın gibi, Namık Abi…
Todori meyhanesinin bir masasında Selahattin Pınar’ın mızrabında bir İstanbul nihavendi olup, etrafı helezon helezon esir alan deruni musiki bugünlerde susmuş, rakı hayalhanesinde tiyatro oyunculuğunu bir mizah mitralyözü yapan Vahdi Ersin ve Salih Tozan gibi komedi sanatçıları, repliklerini bitirip bir dönülmez yolculuğa çıkmışlardır, belki de…
O eski Kadıköy vapur iskelesi de, o kadar sıcak insan ve terbiye kokmaz artık, Namık Abi…
Vapurlar ne gelin duvağı beyazlığında ne de Marmara İstanbul’un en mavisi değildir. O lüks mevki, o güzel insanlarla birlikte Kadıköy’ün hayatının içinden çıkmışlardır, şimdi.
O Karaköy meydanının sağından, insanları Cağaloğlu’na bırakan, ne tarihi Amerikan arabaları kalmıştır yollarda, ne de şöförlerin adam başına istedikleri 25 kuruşluk ücret…
Bab-ı Ali de bitmiştir şimdilerde. Ne üçüncü hamur kağıtlı bir bobin ne yuvarlanır dar sokaklarında, ne de bodrumda dev bir rotatif bütün Türkiye’yi merdanesine alıp çevirir.
Çıkacaksan eğer Cağaloğlu’na Namık Abi, bundan sonra zahmet etme…
Yalnızlığı seyredersin sadece…
21 Ağustos’ta birlikte geleceğiz Çakaldağı mezarlığındaki sizin eve Namık Abi…
Bizi nasıl karşılayacaksın, bilmiyoruz…
Belki öfkeli, belki biraz kırık ya sevecen ya da okyanus suları kadar çok hoşgörüyü üstümüze dökerek, kirlenmiş vücutlarımızı bir güzel yıkayarak…
Şikayet edeceksin bizi… Belki tanrıya, belki ondan öte bir makama…
“Ne yaptınız İstanbul’a” diyeceksin. Oradan atlayacaksın basına.
“Bu kadar yalan dolan, bu kadar mübalağa ve tevzirat, hocanız kim oldu ki, evladım.” Cevap veremeyeceğiz, yüzümüze mahcubiyet denen kırmızının en belirgin tonu oturacak, sana değil, toprağa bakacağız, birlikte…
Bu bir kucaklama, algılama, bu dünyayı sıfır meridyenden ufuk ucuna kadar kavrama becerisidir.
Kimse senin kadar büyük olamadı Namık Abi… Ne İstanbul için, ne Bab-ı Ali için…
İkisi de üzerimize yıkıldı. Esas toprağın altına giren siz değil, bizleriz…
Hem de hala canlı imişcesine roller yaparak…
İslam Çupi – 31 Temmuz 1994 / Milliyet Fiesta
Kaynak: fenerbahcetarihi.org
Fotoğraf: (soldan sağa) Lefter Küçükandonyadis, İslam Çupi, Metin Oktay. eurosport.com