ABD Merkez Bankası’nın (FED) baz faiz oranını yüzde 0.75 artırmasıyla hızlanan menkul kıymet piyasalarındaki panik pek duracak gibi görünmüyor. Bunda başta Avrupa olmak üzere birçok ülkenin merkez bankalarının faiz artırma kampanyasına katılmalarının yanı sıra, menkul kıymet piyasaları yorumcularının da felaket tellalığına başlamalarının önemli bir etkisi olduğunu kabul etmek gerek.
“Felaket tellallığı” deyimi belki amacını aşıyor olabilir çünkü kılavuz istemeyen görünen köyden yansıyan görüntüler hiç iç açıcı değil.
Bu karamsar ve kara bulutlu görüntüye yol can süreçten, şimdi ABD Hazine Bakanı olan FED’in eski başkanı Janet Yellen ile halen bu görevde olan Jerome Powell’ın enflasyonun gidişatını öngörmekteki başarısızlıkları sorumlu tutulurken, aslında bu ikilinin izlediği çizginin ilk mimarı olan Ben Bernanke’den fazla söz edilmiyor. Bernanke’ye dek uzanacak bir değerlendirme bu yazının sınırlarını aşacaktır, ancak bu üç FED başkanının ortak oldukları sorumluluğun, ABD kapitalizminin kuyruğundaki dünya ekonomisini nereye getirdiğine çok genel hatlarıyla bir bakış atılabilir.
En basitleştirilmiş biçimiyle söylenirse, bu üçlünün yaptığı arz-talep ekonomisinin sistemdeki ağırlığını menkul kıymet ekonomisiyle ikame etmek oldu, böylece paradan para kazanmak üreterek kazanmaktan hem daha kolay hem de daha kazançlı hale geldi.
Bernanke’nin ilk FED başkanlığı döneminde patlak veren 2007-2008 krizinin ekonomiyi durgunluğa sürüklememesi için piyasaya 800 milyar dolar enjekte etmesiyle başlayan parasal genişleme, Joe Biden’in Beyaz Saray’daki ilk yılında çeşitli adlar altında uygulanan mali destek programlarıyla halka (ve Wall Street’e) doğrudan bahşedilen toplam yaklaşık 4 trilyon dolarla doruğuna ulaştı.
Bu süreç içinde yalnızca karşılıksız para yaratılmakla kalmadı, ayrıca paranın fiyatı olan faiz oranları da bilinçli olarak düşük bir seviyede tutularak, ucuz ve bol para iptilası piyasaların bünyesinde görünmeyen bir ur gibi ekonominin kanserine dönüştürüldü. Bu süreç işlerken hisse senedi, tahvil, döviz ve diğer parasal enstrümanlarla kazanılan para, tıpkı “ecstasy” hapları gibi yarattığı uyuşturucu etkisiyle reel, yani arz-talep ekonomisinin sorunlarını unutturuyordu. Ki bu sorunların hatırlanması da çok gerekmiyordu çünkü Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra dizginlerinden boşalan bir kısrak gibi şahlanan küreselleşme süreci, Çin’in ucuz işgücünün Batı sermayesinin yatırımlarını ucuz mal üretimine yöneltmesiyle başta Kuzey Amerika olmak üzere Batı ekonomilerinin menkul kıymet, yani kağıt, alıp satarak zenginleşmesi için yeterli koşulları hazırlamıştı.
Ta ki önce Donald Trump, arkasından da Covid-19 bu saadet zincirinin işleyişine birer çomak sokuncaya kadar. Önce Trump, ABD ekonomisinin Çin’le bir anlamda organik hale gelmiş olan ticaretine ciddi engeller çıkarırken, arkadan gelen Covid salgını bütün Batı ekonomilerinde hatırı sayılır bir daralmaya yol açtı. Bu daralmanın etkilerini en aza indirmek için zengin Batılı hükümetler halka para dağıtmaya başlayınca da ipin ucu iyice kaçtı.
Bir hesaplamaya göre, FED faiz oranını artırdığını açıkladığında, ABD bankalarındaki tüketici hesaplarında bulunan mevduat toplamı 4 trilyon 400 milyar doların biraz üzerindeydi, yani Covid salgınının başladığı günlerdeki aynı mevduat toplamının üç katı.
Yani ABD hane halkı, önce Trump sonra da Biden’ın gönderdiği çekleri beceriyle kullanıp, sağlanan fonları menkul piyasalarda çoğaltmayı başarıp yüklü birikimlere dönüştürmeyi başarmışlardı.
Bu uzun girişten sonra başlıktaki sorunun yanıtını vermeye girişecek olursak, yine en basitleştirilmiş biçimiyle: hayır.
Bu yanıtı çok da karmaşık olmayan bir yoldan açıklamaya çalışırsak, söylenecek şudur: Yüzde 8 düzeyinde seyreden (bu elbette Türkiye için değil Batı ekonomilerinde kaydedilen ortalama rakama işaret ediyor) bir enflasyonu yenmek için yüzde 0.75. yüzde 1 filan gibi küçük faiz oranlarının yaratacağı psikolojik etki yeterli olamaz.
Çünkü reel ekonomi kağıt satarak yürütülen ekonomiden intikamını alıyor: Bozulan arz-talep dengesinin üzerine istihdam mekanizmasındaki Covid-19’dan kaynaklanan aksamalar, ara malları ve tüketim mallarının nakliyesinde karşılaşılan zorluklar ve tüm bunların üzerine Ukrayna’daki askeri çatışmanın yarattığı enerji ve tarımsal ürün/gübre darboğazı sadece küçük adımlarla yapılacak faiz artışlarıyla aşılacak sorunlar olmaktan çok uzak.
Peki ne olacak?
Öncelikle, Sri Lanka’da ve Lübnan’da tanık olunan “devlet iflasları” süreci önümüzdeki dönemde. AB’nin üçüncü büyük ekonomisi İtalya dahil, birçok borçlu ülkeyi dize getirme potansiyeli taşıyor. Bu ülkeler arasında Türkiye’nin adının geçtiğini de unutmamak gerekiyor.
Belirsizlik ortamında piyasalardaki paranın yöneleceği ABD dolarının daha da değer kazanmasıyla, bazı zayıf ülke ekonomilerinin, ABD doları cinsinden borçlarını ödemekte zorlanacaklarına kesin gözüyle bakılırken, bazı zayıf para birimlerinin tamamen çökebileceği de konuşuluyor.
Batılı sanayileşmiş zengin ülkeler açısından da parlak bir tablonun var olduğu söylenemez. NATO’nun Rusya’yı çökertme stratejisinin bir anlamda rehin aldığı Avrupa Birliği’nde, Rusya’ya karşı hesapsızca alındığı artık gün gibi belli olan yaptırım kararlarının yaratacağı ekonomik sorunların yanı sıra olası sosyal patlamaların, dizginlenemeyen enflasyonun yaratacağı potansiyel bir sorun olarak da ortaya çıkması şaşırtıcı olmamalı.
Kısaca ifade etmek gerekirse, artık cebimizdeki veya banka hesabımızdaki paranın güvenliğinden emin olamayacağımız bir döneme girdik; hükümetlerin muhtemel sorunlar karşısında acil önlem olarak beklenmedik adımlar atabileceği, insanların, malların ve/veya paranın dolaşımına kısıtlamaların getirilebileceği bir düzenin eşiğinde olabiliriz.
Her gecenin bir sabahı olduğu gibi her günün de bir gecesi var, şimdi karanlığa hazırlanma vakti.