Geleceğe giden yollar geçmişin kapılarından geçer…
O kapılar iki taraflı çalışır. Bireysel hafıza ve toplumsal hafıza bu gidiş gelişlerle oluşur. Hepimiz o kapıları kullanırız ve zaten aksi de mümkün değildir. Ancak bu kullanımda bilinç ne kadar devrede? Yani geçmişimize dair bir anıyı yad ederken, hatırlarken bize hakim olan duygu ve düşünceler nelerdir?
Geçmişe gidip döndükten sonra bunların üzerinde düşünmek gerekiyor. Düşüncelerimiz üzerine düşünmek. Bu eylem, ancak bu eylem yaşanmışı tecrübe haline getirebilir. Yaşanmış kendiliğinden bir iz bırakır; ancak o izin tecrübeye ve olgunlaşmaya hizmet etmesi, bizi hakikate ulaştıracak yola bir taş olması için izin yerini, şeklini, rengini, belirginliğini tekrar tekrar belirleyecek olan ömre yayılmış bir öğrenme ve düşünme sürecinin ona eşlik etmesi gerekir.
Küçük bir yolculuk için hazırım. Yapalım
Zihnimde geçmişe giden kapılardan birini açıyorum şu anda. Bilerek isteyerek belirli bir anıyı seçiyorum ve beni o ana, o anıya götürecek kapıyı açıyorum. Orada bir çocuk var; küçücük, kocaman bakışları olan bir çocuk. Yeşil boyası çoktan solmuş, eski, çift kanatlı bir kapının yanında duruyor. Kapıda asılı yuvarlak, farklı renklerde üçgenlere bölünmüş, üzerinde sayılar olan bir tahta var. Küçük kız aslına uzanıp ona dokunmak istiyor ama boyu yetmiyor. Hedef tahtasının karşısında bir abi var. Abisi. Elinde kuyrukları renkli, uçları çivi gibi ama incecik sivri oklar var. Delikanlı hedefe nişan alıyor ve oku hızla fırlatıyor. Küçük kız izliyor. Derken hedef tahtasına varması gereken ok gelip küçüğün eline saplanıyor. Acı. İnce, kıymık gibi ama derinden bir acı (Şu anda da tüm gerçekliğiyle hissediyorum). Abi çocuğun gözlerinin içine bakıp eliyle sus işareti yaparken yanına koşuyor. “Sakın ağlama, annene söyleme, sakın” diyor. Elinin yüzünde sağlı oku çekip çıkarıyor.
Küçük kız ağlamıyor, annesine de söylemiyor. Olayın üzerinden üç gün geçtikten sonra anne kızın elinin ekmek gibi şişip morardığını fark ediyor. Çocuk ateşler içinde yanmaktadır da. Bunun üzerine “Eline ne oldu?” diye soruyor. Kız “Hiçbir şey” diyor. “Hiçbir şey olmadı.” Doktora götürüyorlar. Bir düzine penisilin iğnesi ile eve dönüyorlar. İğneleri annesi yapıyor. Her gün, sabah ve akşam. Kız abisini ele vermiyor. İğneleri yerken haykırıyor ama…
Bu anının kapısından defalarca geçtim. Her seferinde o küçük kıza acıdım. Her seferinde bu tatsız kazanın elimde bıraktığı acıyı taze taze, o anki gibi yaşadım. Şimdi, tuhaf bir şekilde ve nedense (yazarken) anlıyorum ki o bir kaza değildi. Bu sadistçe davranışı kardeşine, güvendiği abisine olan duygularıyla bağdaştıramayan küçük bir kızın gerçeği reddetmesinden başka bir şey değildi.
Gerçeği reddeder ya da çarpıtırız. Bunu aklımızla erişemediğimiz bilincimizle yaparız. Küçük kız ruhsal bütünlüğünü korumak, dünyaya güvenmeye devam etmek ve varlığını sürdürebilmek için kendi gözlerine ve kendi aklına rağmen bu hakikatten korunmuştu. Dayanabilemezdi çünkü. Parçalanırdı.
Ya şimdi?
Şimdi artık dayanır. Dayanır acımaz, acılaşmaz demek değildir. Ama sürdürür, yaşamayı sürdürme çabasını sürdürür. Birazcık daha büyür. Ölünceye dek büyür insan.
O yüzden geçmiş hiç geçmez…