Dr. Nevin Sütlaş
Evimizi bir taşıma şirketine taşıtıyorduk. Eşyalarımızı olduğu yerde paketlemeden yeni yerlerine yerleştirmeye varana dek her şeyi profesyonelce yapacakları yazılıydı anlaşmada. Şirket iyi paramızı almıştı ama sokaktan toplama iş bilmez gündelikçi gençlere hamallık yaptırarak işi götürmeye çalıştıkları için epeyce eşyamız kıyıma uğradı. Asıl sorun, raf raf paketlenip etiketleneceğini umduğumuz kitaplarımızın rastgele kolilere tıkıştırılmış olmasıydı. Keşke güvenmeyip kendimiz paketleseymişiz. Binlerce kitabın yeniden sınıflandırılması gerekeceği için, kitaplarımızı kitaplık raflarına koymak yerine salona yığmalarını istemiştik çaresizce.
Yeni evin salonunun orta yerinde bir kitap dağı oluştuğunda, hamal gençlerden biri fotoğraf çekebilir miyiz, diye sordu. Ömrümde bu kadar çok kitabı bir arada görmedim, önünde bir fotoğrafım olsun istiyorum, diye de ekledi. Bu sadece sıra dışı bir görüntüyü kaydetme isteği değil, gerçekten sevgi gösterisiydi çünkü taşırken kitaplarımızdan çalıp gömleklerinin içine yerleştirdiklerini görmüş ama görmezden gelmiştim. Demek kitap okuyan gençlerdi bunlar.
İngiltere’nin İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) ile anlaşması örnek alınmış, o zamana kadar varlığı asla tanınmayan PKK ile gizlice masaya oturulmuş ve karşılıklı ateşkes ilan edilmişti o sene. Adı ister asker olsun ister eşkıya, binlerce gencimizin canına mal olan savaş şak diye kesilmişti bu anlaşma sayesinde. Uzun yıllar sonrasında ilk kez sağlanan bu barış ortamından cesaretle Tunceli’yi gezmeye gitmiştik. Dağ bayır, ova vadi, dere nehir demeyip deli gibi geziyorduk. Gezmeye bayılırım, Türkiye’nin her yerini gördüm diye de övünürüm ama arada eksik kalmış olan Tunceli-Ovacık civarındaki coğrafyanın benzerini başka hiç bir yerde görmedim diyebilirim, o kadar beğendim.
Munzur çayında rafting, nehir yatağında lüks çadırlı kamp, gece ateş başında halaylar falan derken turistik açıdan gönlümüzü tam kaptırmıştık. Tarihi kanlı bu sert coğrafyanın insanlarıysa pamuk gibiydi. Bir gün bizi dağdaki uzak şelalelere götüren yerel rehber ile sohbeti koyultmuştuk. Hadi yazın neyse de kışın nasıl vakit geçiriyorsunuz bu ıssız yerlerde, diye sordum. 17 yaşındaki delikanlı “kitap okuyarak” dedi. Karlar ortalığı kapladığında kahvede buluşup hep beraber kitap okuduklarını anlattı. İnananayım mı inanmayayım mı bilemedim. Ortaokul mezunu dağlı (!) bir delikanlı düzenli kitap okuma alışkanlıkları olduğundan bahsediyordu. Benim üniversite mezunu şehirli (!) arkadaşlarım ise kitap okumaya vakitlerinin olmadığını söylüyordu.
Kitap okumaya hiç vakti olmadığını söylüyor kime sorsam. Ben 50 senedir hemen her gün en az 100 sayfa okurum. Demek ömrüm boyunca benim vaktim hep bol bulamaçmış …
2000’lerin başında “Sigarana Dokunurum” diye bir kitap yazmıştım. “Bi keyfimiz sigara, ona da dokunma” diyenlere nazireydi ismi. İçinde gündelik hikâyeler vardı, sigarayla dostluğu bozmaya çalışan. “Ciğeriniz ziftle kaplanarak boğulur” falan filan gibi korkutucu ama etkisiz bilgiler içermiyordu. Kendi paramla bir matbaaya bastırmış, sigara içen dostlarıma bir bir hediye ediyordum. Bir gün bir arkadaşımın yaş gününde kız kardeşi ile tanıştım. Cildi kara sarı, avurtları çökmüş, bir deri bir kemik bir kızcağızdı. Birini söndürmeden öbürünü yakıyordu. Sana bir hediyem var, diyerek uzattığım elim havada kaldı. Kitap uzattığımı görür görmez elini hızla geri çekip arkasına saklamış ve bir adım geriye kaçmıştı, otomatik olarak. Sanki bir yılan uzatmıştım da elini sokmasın diye refleks olarak sakınıyordu. O görüntü gözümden silinmedi.
Kitap bazılarını ürkütüyor. Bu genç hanımınki gibi bir fobi değilse de kitap okuma lafının bile korkutucu bir yanı var bazıları için. Kitabın neyle ilgili olduğu, nasıl bir dille yazıldığı falan konu olmadan, sadece kitap okuma fikri rahatsız ediyor bazılarını. “Ben ömrümde hiç kitap okumadım buna ders kitabı da dahil. Öğretmenden ne duydumsa onunla idare ettim” diyeni bile duydum. “Ben pek kitap okuyamıyorum, okumak istiyorum ama konsantre olamıyorum. Eskiden okurdum ama şimdi okusam da anlayamıyorum” diye bahane üstüne bahane sıralıyor kimileri. Aslında bazıları, birileri falan demek de ne kadar doğru bilmiyorum. Nerdeyse herkesin okuma yazma bildiği bir ülkede bin kişiden biri bile kitap okumuyor. Bazı yazarların bile kitap okumadığını duymuştum, o da nasıl oluyorsa? O yüzden “çoğunlukla” diye genellesem cuk oturacak yani…
Kitap, korkulan/kaçınılan ya da sevilen/ tutkuyla bağlanılan bir obje. Tutku ve korku gibi en ekstrem duygularla yaklaşıyor olmamız ne gariptir, doğrudan akılla alakası olması gereken bir nesneye…
Kitap nesne midir? Bir obje diye söz ederken kullandığım “bir” kelimesi ne kadar yerli yerindedir?
Asıl önemlisi kitap okumak artık demode midir?
Aslında tam da öyle. Hiçbir zaman çok moda bir şey değildi ama kitap okumanın modası çoktan geçti. Çünkü artık internet var. Eleştiri zannedilmesin; kitaba kıyasla internet her şeydir. Bir tıkla artık her şey elinizin altında. İster video, ister resim, ister görüntüsüz konuşma ya da yazı olsun, ister bilgi ister eğlence, ister başka bir şey olsun, internette her şey var. Tek derdiyse çokluktaki yokluk oluşu.
Kitap da zengin bir kaynak ama çağdaş rakibiyle kıyaslanamaz. Kitabı yazacaksın, basmak için onca emek harcayacaksın, okura ulaşsın diye başka bin bir çeşit emek harcayacaksın. Emeğin yanı sıra para da harcanacak, hem üretmek için hem de tüketmek için. Tüketicinin eline geçtiğinde ise eskidi bile. Bazı eskiler durdukça ballansa da gelecek eskiden değil yeniden yana. O yüzden kitap ömrünü tamamladı, artık komada. Sesli kitap ve dijital kitap formatları da can çekişmenin diğer adları. Tutkulu bir kitap okuru olarak kitabın ömrünü doldurduğu konusunda umarım yanılıyorumdur. Emin olduğum tek şeyse adı kitap olmasa da okumanın ve yazmanın modasının geçmeyeceğidir.
Dünyanın en güçlü reklamcılarını çalıştıran ilaç sektörünün çok etkili sloganları oluyor. Vakti zamanında yeni bir ilaç için geliştirdikleri sloganı reçete şeklindeki bir kâğıda sanki bir doktorun yazdığı ilaçmış gibi yazmışlardı:
“Rp: Yazmak ilaçtır”
Öteki benzer ilaçlar değil de bizim ilacımız asıl ilaçtır, demek istiyorlardı. Ancak ben kelimenin gerçek anlamında aldım bu sloganı; yazmak ilaçtır. Bu sloganla teşvik ettim okuması var ama yazması olmayan dostlarımı. Konuşabilen herkes yazabilir, derim hep. O nedenle kendim de konuştuğum gibi yazarım. Öneririm…
İlaçlar iyileştirici maddelerdir elbette. Ancak hiçbir ilacın iyileştirme gücü garanti değildir. O yüzden zamanla bu ilaç sloganını çalıntılayıp değiştirdim. “Okumak ilaçtır” yaptım. “Yazmak iyileştirir” diye de ekledim. Çünkü inanıyorum ki kitap okumak, her şey bir yana, bütün dertlerin ilacıdır. İlaçlar nasıl çeşit çeşitse kitaplar da öyledir. Acı ilaç gibi kitaplar varsa da şurup gibi olanları da var. İğne gibi canını yakanları da, damla gibi aldığını fark edemediklerin de.
Kitaplar ilaçtır. Okumak ilaçtır. Dertsiz bir hayat mümkün müdür ki ilaçsız/kitapsız bir hayat mümkün olsun? Ancak demiştim ya, her ilaç mutlaka iyileştirmez. Bazen bir kitap hayatını kökünden değiştirir ama bu istisnadır. Bir ilaç aldın diye, derdin her ne ise hemen düzelecek demek değildir. O zaman benim çalıntıladığım slogan devreye girer:
Yazmak iyileştirir.
Yeterince okuyan, dolan bardağın aniden taşması gibi yazmaya başlar. Yazan da garanti iyileşir.
Okumak ilaçtır, yazmak iyileştirir.
Ortalığın hasta ve hastalıktan geçilmiyor olması gerçeğine bir de bu gözle bakılabilse keşke…
Not: Söylemesem dilim şişer: Okuyan dağlı, okumayan şehirliye bin basar. Bir de yazdı mıydı, bil bakalım kim barbardır kim uygar…