Konumuz Milli Takımımızın kalecisi Mert Günok’un Avusturya maçının son saniyelerinde yaptığı, herkese “vay be, helal olsun!” dedirten kurtarışı.
Kaleci iyi yer tutarsa top kucağına düşer.
Ne demek şimdi bu?
Yani, doğru zamanda, doğru yerde olmak mı?
Bir forvet oyuncusu için de doğru değil mi bu?
Mesela Galatasaraylı Tanju için hep söylenir. Top Tanju’nun önüne düşerdi, gol olması için onun sadece ayağının ucuyla topa dürtmesi yeterliydi falan diye.
Değil tabii…
Şans mı, yoksa oyunu iyi okuma becerisi mi?
Ne zaman, nerede olacağını bilmek…
Kuşkusuz bu da değerli bir şey ama umulanın dışında bir şey yapabilmek, bir mucizeye imza atmak çok daha değerli.
Yani iyi yer tutmak tamam da, bence imkansızı başarabilmek daha önemli.
Fizik kurallarıyla dalga geçmek.
Kurtarılamaz olan topları çıkarmak.
Koşullara kafa tutmak.
Gerçekçi olup, imkânsızı istemek.
Kahramanlar da zaten bunu yapabilenler arasından çıkıyor.
***
Hayatta da böyle değil mi, zaten?
Tam yeknesak bir hayatın rutini içine girmişken bazen risk alıyorsun, bir başka maceraya girmeye cesaret edebiliyorsun.
Kaderini değiştirmek istiyorsun.
Sonrası?
Sonrası biraz sana ve koşullara, biraz da şansa bağlı.
İşin veya maçın sonunda yenmek de var, yenilmek de…
Moskova’dayım. Yaz aylarında dünyanın en güzel şehirlerinden biri burası.
Bense hâlâ hep İstanbul’umun anıları ve hayalleriyle yaşıyorum.
Senelerdir hiç hesapta yokken geldiğim, ne zaman döneceğim de belli olmayan bir hayat dilimindeyim.
Düşünüp, anlamaya çalışıyorum. Hangi kategoriye giriyor benim yaşadıklarım?
Köşelerden çıkardığım toplar da oldu ama hiç topu kucağımda bulduğum olmadı. İyi yer tutamamışım mı demek lazım?
Yani kafam biraz karışık…
Vladimir İvanoviç’le bunu fazla konuşmak istemiyorum. “Yine mızmızlanıyorsun!” diyecek diye korkuyorum.
Neyse…
***
Mert Günok’un o, artık şimdiden efsanelere karışan muhteşem kurtarışı olmasa bunlar aklıma gelir miydi?
Gelmezdi sanırım.
Euro 2024 son 16 turunda Türkiye’ye 2-1 mağlup olarak elenen Avusturya’nın teknik direktörü Ralf Rangnick, büyük bir hayal kırıklığı yaşadıklarını belirterek, “Türkiye’nin Gordon Banks’ini geçemedik” demiş.
Doğru, o kurtarış, İngiltere kalecisi Gordon Banks’in 1970 Dünya Kupası maçında Pele’ye “Dur!” dediği o müthiş enstantanenin neredeyse kopyası idi.
Yorumcular, futbol tarihçileri, Gordon Banks’in kurtarışına 20. yüzyılın en büyük kurtarışı diyorlar, Mert Günok’un kurtarışı için de 21. yüzyılın en büyük kurtarışı diyeceklerdir belki.
Gordon Banks, Uluslararası Futbol Tarihi ve İstatistikleri Federasyonu’nun araştırma ve kayıtlarına göre, Lev Yaşin’den sonra 20. yüzyılda dünyanın en büyük 2. kalecisi.
Evet, benim çocukluğumun kahramanı, Nâzım’ın komşusu Lev Yaşin’den sonra.
***
Vladimir İvanoviç’le “Bak, hava ne güzel, hadi!” gezmelerimizden birindeydik.
Birlikte yürümeye başladık. 2. Pesçanaya Sokağı’na kadar gittik. Efsane Rus kalecisi Lev Yaşin’in evinin önünde durup, onu andık.
Yolun karşısında, tam da Yaşin’in yaşadığı apartmanın çaprazında Nâzım Hikmet’in evi var.
Bir banka oturduk.
Mutad ziyaret mekanımızda, Nazım’ın evinin önündeki parktaydık yine.
Ben bu mekanda oturmayı çok seviyorum. Huzur buluyorum.
Parkta oturduğumuz bankın bir tarafından Nâzım’ın evini, diğer tarafından şimdiki neslin babalarının, dedelerinin efsanesi Lev Yaşin’in evini görüyorduk.
***
Lev İvanoviç Yaşin (Лев Ивaнович Я́шин), Türkiye’de belli bir yaşın üstündeki bütün futbolseverlerin tanıdığı, sevdiği Sovyetler Birliği Millî Futbol Takımı’nın efsane kalecisiydi.
Çok atletik bir vücuda ve müthiş reflekslere sahip olduğu için çok güzel kurtarışlar yapardı. Onun koruduğu kaleler de kale gibiydi yani…
Lev Yaşin, 1950’lerde dünyadaki kalecilik anlayışını değiştirmişti. O güne kadar kale çizgisini terk etmeyen, ceza alanı dışına pek çıkmayan bir kaleci tipi yaygındı. Ancak, Yaşin, bu anlayışı değiştirdi. Ceza alanına atılan topları tutmak için kalesini terk etmekten çekinmiyordu. Ayrıca çok iyi yer tutuyordu.
Başarılı file bekçisi, kariyerine Dinamo Moskova kulübünde başladı ve 1949 ile 1971 yılları arasında bu kulüpte top koşturdu.
Yaşin, kariyerinde 150’den fazla penaltı kurtarmış ki bu sayı, Dünya tarihinde bir rekormuş.
Vladimir İvanoviç, “Onu penaltı kurtarırken izlemek Gagarin’i uzayda izlemek kadar heyecanlıydı” diyor.
Ben de Moskova’ya geldiğim ilk yıllarda bir Rus takımı tutmam gerektiğini düşünmüştüm.
Moskova’da olduğuma göre tutacağım takım bir Rus takımı olmalıydı.
Dinamo Moskova, CSKA, Lokomotiv Moskova…
Bizim ev Dinamo Stadyumu’na da CSKA Stadyumu’na da yürüme mesafesinde. İkisinden biri olabilirdi mesela. Ancak Yaşin’den dolayı tutacağım takımın Dinamo Moskova olması daha makuldü ama ne yazık ki Dinamo o eski efsanevi dönemlerindeki başarısından uzun yıllardır uzaktaydı.
O yüzden de o iş öyle kaldı.
***
“Nâzım’la Yaşin komşuymuşlar ama acaba birbirlerini tanır, komşuluk yaparlar mıydı?” diye soruyorum.
Vladimir İvanoviç, “Olabilir” diye cevap veriyor. “Nazım’ın karısı Vera, Yaşin’le eşine Türk kahvesi bile yapmıştır belki de.”
Meğer Nazım’ın karısı Vera da tutkulu bir Dinamo Moskova taraftarıymış.
Müjdat Gezen, Nâzım’ın sevgili vatanı dışındaki yaşamının son on üç yılında onun can dostu olan Ekber Babayev’den bizzat dinlediği anıyı birkaç kez anlatmıştı.
Nâzım Hikmet, Vera’ya aşık olduğunda o, eski kocasından henüz ayrılmamıştı.
Sonra boşanıyor ve evleniyorlar.
Vera’nın Nâzım’dan bir ricası oluyor.
Cumartesi, pazar günleri Dinamo Moskova’nın maçları oluyor ya, haftada bir gün kendisi gibi koyu Dinamo Moskova taraftarı olan eski kocasıyla birlikte maç izlemeye gitmesine izin vermesini istiyor.
Nâzım, düşünüyor, medeni bir insan olarak izin veriyor; ama bir yandan da kıskançlık içini kemiriyor.
Bir gün Nazım’la Ekber Babayev evde birlikte çalışıyorlar. Vera evde yok. Yalnızlar.
Kağıtların, kitapların yayıldığı masanın bir köşesinde Nâzım, öbür köşesindeyse Ekber Babayev oturuyor. Hummalı bir çalışma içindeler.
Nâzım, önündeki daktiloda yazdıklarını Ekber Babayev’e uzatıyor. O da Rusçaya çeviriyor.
Ancak Nâzım’ın bir gözü de karşısındaki televizyon ekranında.
Televizyon Dinamo Moskova maçını naklen veriyor.
Bir, iki,.. Ekber Babayev, sonunda dayanamayıp soruyor:
“Yahu, sen, futboldan anlamazsın, sevmezsin de; ne diye ikide bir televizyondaki maça bakıyorsun?”
“Yahu, Vera, eski kocasıyla maçı seyretmeye gitti.”
“Eee?”
Nâzım, “Kamera arada tribünlerdeki seyircileri gösteriyor. Belki onları da gösterir, kocası es kaza Vera’nın elini tutuyor mu diye bakıyorum” diyor.
Bu anı beni her hatırladığımda güldürür ama Nâzım’a olan sevgimi biraz daha arttırır.
Sanatını da, insan hallerini de daha çok içimde hissederim.
En güzel memleket, vatan hasreti şiirlerini yazan Nâzım, aynı zamanda en güzel aşk şiirlerini de yazmış.
Ve o, her haliyle bir insan.
Tutkulu, büyük bir insan.
***
Yine yürüyerek bizim avluya döndük.
Akşamı etmiştik.
Konuşmaktan yorulmuş muyduk ne?
Suskunduk.
Yine lafın belini kırmıştık.
Şu günlerde sadece Türkiye’de değil, pek çok ülkede gündemin üst sıralarında olan futbolla başlayıp, Nâzım’la bitirmiştik.
Konunun birinden başlayıp, ilgisiz bir başkasıyla biten; dağdan, tepeden, ilgili ilgisiz her şeyden…
“Biz ne konuştuk?” dedim.
Avlumuzun daldan dala atlayarak dolaşan sincaplarından birini gösterdi.
“İşte şunun gibi yaptık” dedi, gülerek, “Ha, unutmadan söyleyeyim; sizin çocukları çok beğendim. Yetenekli futbolculardan çok genç bir takım kurmuşsunuz, bu defa olmadı ama ileride bu genç çocuklar büyük başarılara imza atacaklar” dedi.
mhyazici@yandex.ru