Okumak. Bir metni, bir makaleyi, bir kitabı… Başka herhangi birinin yorumunu okumadan, başka birinin algısı, düşüncesi sinsice beynimize sızmadan okumak.
Artık neredeyse mümkün değil. Birisi size bir kitap tavsiye ettiğinde ya da siz birine bir okuma önerisinde bulunduğunuzda ilk iş “gogıllamak” oluyor. Bakalım kim ne demiş, ne yazmış. Böylece kaçınılmaz olarak bir ön yargıya hatta yargıya varıyorsunuz. Artık o metni kendi düşünce dünyanızla, dış müdahaleden tamamen uzak ve yargısız bir şekilde alımlamanız mümkün değildir. Başkalarının düşündükleri ve söyledikleri koyu bir gölge gibi kendi düşüncelerinizi amansızca takip eder. Hatta “eleştirmenin”, yorumcunun yazıp söyledikleri yani sesi yüksek perdeden çıkıyorsa, bu kişi popüler biriyse gölge asıl gövdeye galebe çalacaktır.
İnsan düşüncesinin biricikliği için ne kadar da hazin bir durum. Aynı şey bütün sanat, edebiyat faaliyetleri için geçerlidir. Sinema filmleri ve diziler için de öyle. Ama düşünmeye sevk etme bakımından ve en uzun süreli etkileşimde bulunma olanağına sahip edebiyat açısından bence sonuçlar daha dramatiktir. Filmi eğer sinemada izliyorsanız zaten kalabalıklarla o tecrübeyi paylaşıyorsunuz demektir. Konserler, tiyatro, dans, bale vs. için de aynı şey geçerli. Dolayısıyla bunlar eserle izleyicisi arasındaki etkileşim kadar izleyici ile diğerleri arasındaki etkileşime de -doğaları gereği- açık etkinliklerdir.
Oysa bir romanı okumak tamamen kişiseldir. Roman karakterleri ile aranızdaki etkileşim size özgüdür ve o esnada başkaları yoktur. Ya da okumak deneyimi en azından internetten önce böyleydi. Elbette gazetelerle birlikte metinlerin tefrika edilmesi okumanın da bir nevi ortaklaşa bir eyleme dönüşebilmesi olanağını yaratmıştı. Ancak o da gene bir okumak eylemiyle mümkündü. Oysa şimdi eserin adını “gogıllayarak” ulaşılan başlıklar, kısa cümleler ve bunların hem nitelik hem de nicelik bakımından sahip oldukları özellikler son derece yığınsaldır ve bolca tekrar içermektedir. Bunun bir nedeni de metni okumadan, bu yolla yani başkaları üstünden “fikir sahibi” olarak bu “eşsiz” fikirlerin sosyal medya aracılığıyla dolaşıma sokulmasıdır.
Kimse, kendini arayıp bulma ihtiyacı duyamaz bu çağda. Herkes başkaları tarafından çoktan işgal edilmiştir çünkü. Bu başkaları 7/24 bizimledir. Tuvalette bile. Başkaları ya da başkalarının yaptıkları. Giydikleri, okudukları, izledikleri, videoları, yedikleri, sevdikleri, seviştikleri, dedikleri ve demedikleri… Birey işgal altındadır. Birey “sosyal medya cumhuriyeti vatandaşları”nın işgali altındadır. Tekil, çokluk tarafından ele geçirilmiştir. Bütün bunlardan dolayı bireyin kişilik sahibi olması, özgün olması, kendine has olması artık eskisinden daha zordur. Elbette mümkündür ancak çok daha zordur. Bu, toplumlardaki sürüleşmenin yoğunlaşması anlamına geliyor. Bir başka deyişle özgünlüğün ve özgürlüğün ise marjinalleşmesi demek. Sonuç olarak daha kolay yönetilen, daha kolay bir şeylere kanalize edilebilen toplumlar demek.
Altına kaçıracak kadar, ağzından çıkanı duyamayacak kadar, abuklayıp sabuklayacak kadar kocamışlarla, aklı bir karış havada ergen ruhlu bireylerin (Zelenski, Çipras, Kasselakis vb.) borularının öttüğü bir zamanı işte biraz da bu gelişmelere borçluyuz.
Yaşasın akılca ve bedence hafiflik! Hafifleyin!