Abdülhak Hâmid adı ne zaman anılsa, Türk edebiyatı tarihiyle yakından meşgul olan birçok meslektaşım gibi ben de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın onunla ilgili o meşhur değerlendirmesini hatırlarım.
Tanpınar yıllar önce kaleme aldığı “Türk Şiirinde Büyük Ürperme” adlı makalesinde: “Hâmid’e her zaman zengin bir madene dönülür gibi dönülecektir!” diyordu.
Batı edebiyatı tesiri altında ortaya çıkan yeni Türk edebiyatının ikinci nesline mensup olan ve sırasıyla Tanzimat sonrası, Servet-i Fünun, Fecr-i Âtî, Millî Edebiyat ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşayan Abdülhak Hâmid, bu oldukça uzun zaman süresi içinde Türk edebiyatında şekil ve muhteva bakımından hakiki manada yenilikler yapan şahsiyetlerin başında gelir.
Şinasi ve Namık Kemal’den sonra, devrin siyasi ve sosyal meselelerini bir tarafa bırakarak, daha ziyade ferdî problemleri söz konusu etmek suretiyle yeni bir sanat anlayışı getiren ve daha yaşarken “Şâir-i âzam” ünvanıyla şöhret kazanan Abdülhak Hâmid, yeni Türk şiirinde sanatçı dehasına sahip, metafizik anlamında gerçekten “büyük bir ürperme”dir.
Son derece zengin bir hayal dünyasına sahip olan Abdülhak Hâmid’in, özellikle karısı Fatma Hanım’ın oldukça genç yaşta ölümü üzerine kaleme aldığı Makber (1885) adlı eseri, yeni Türk şiirinin üzerinde en çok konuşulan ve tartışılan eserlerinin başında gelir.
Adının başına ilave ettiği “Feylesof” lakabıyla özellikle II. Meşrutiyet’ten sonraki yıllarda dikkati çeken Rıza Tevfik, “üstâd-ı irfânım ve mürebbî-i vicdânım” gibi ifadelerle, bir şair olarak hemen her şeyini kendisine borçlu olduğunu söylediği Abdülhak Hâmid üzerine ondan fazla müstakil makale ile bir de bazı eserlerindeki felsefi problemlerden hareket ederek onun hakkında Abdülhak Hâmid ve Mülâhazât-ı Felsefiyesi adıyla müstakil bir eser kaleme almıştır.
Rıza Tevfik, bu kitabı henüz kaleme almadan çok önce, E. J. W. Gibb’in divan şiiriyle ilgili ünlü eseri A History of Ottoman Poetry’yi, müellifin ölümü üzerine yayıma hazırlayan Edward G. Browne’a gönderdiği 10 Kasım 1905 (28 Teşrinievvel 1321) tarihli mektubunda, biraz da Namık Kemal’in eski edebiyatı eleştirdiği tarzda, daha çok divan şiirinin hayal sistemini ele alıp tenkit ederken, Abdülhak Hâmid hakkında da bazı önemli değerlendirmeler yapar.
Rıza Tevfik burada, Türk edebiyatının Tanzimat’tan sonraki yıllarda fikir, his ve hayal itibarıyla İran edebiyatı etkisinden kurtulduğu hâlde, özellikle dil bakımından “esaret”in hâlâ devam ettiğini belirterek, Abdülhak Hâmid’in şiirlerinden verdiği bir örnekle bu kanaatini açıklar. Rıza Tevfik, Abdülhak Hâmid’in “Kürsî-i İstiğrak” adlı manzumesindeki: Odur hîçî-i mâzî lücce-i surh-ı meşiyyette! Bu, târîkî-i müstakbel, kebûd-ı sermediyyette! Durur bir Kibriyâ-yı bî-nihâyet nûr u zulmette! Beraber cümle mevcûdât u eşyâ hep muhabbette!.. kıtasını zikrettikten sonra, bu kıtadaki dil ve ifadenin, Nedim’in: Gel ey fasl-ı bahârân, mâye-i ârâm u hâbımsın, Enîs-i hâtırım, kâm-ı dil-i pür-ıztırâbımsın matlasıyla başlayan kasidesindeki dil ve ifadeden pek de farklı olmadığını ancak Abdülhak Hâmid’in burada Fransız modeline uygun bir tarzda tasavvur ve hayal itibarıyla yeni olduğunu ve bu itibarla Türk edebiyatının “müceddit”i kabul edilmesi gerektiğini belirtir.
(Abdullah Uçman, tdk.gov.tr)
Yazının devamını okumak için tıklayın
Görsel: malumatfurus.org