Dr. Nevin Sütlaş
Yaşamımın vecizesi sayarım bu lafı. Ilımlı olmanın telkiniyle yaşayan bir kültürün çocuğu olarak aşırılığı savunmam, üstelik de bunu uygulamam şaşırtıcı olabilir ama gerçek. Bu gerçeği sağlayan birkaç temel öge var. Asiliğim, hiperaktivitem ve dostluğa aşırı düşkünlüğüm.
Tersinden başlayalım. Hayat anlayışımdan söz ederken “abartmayı severim” demek yerine “abartalım arkadaşlar” deyişimdeki arkadaş lafı haybeden eklenmiş bir sözcük değil. Yapıp ettiklerimi mümkün olduğunca dostlarımla beraber yapmayı severim çünkü. Sadece sevmem, doğrusunun bu olduğunu da düşünürüm.
Eee, bize ne senden demeyin. Makûs ekonomik bunalım ve malum virüs gibi o behemehâl gidesiceler yüzünden hüzün kuşatmasıyla geçirilen şu günlerde, en çok ihtiyacımız olan şeylerden biri de “birlikte” olmak ve “birlikte” yapmak. Birlik beraberlik nutku atıyor değilim. Bazılarımızın giderek içine kapandığı gördükçe, arkadaşlık kelimesinin daha da önem kazandığını vurgulamak istiyorum.
Arkadaşlığı “yârin yanağından gayrı, her yerde, her şeyde, hep beraber” diye anlamak epeyce yerleşik. Bence bu yaklaşım hiç doğru değil. Dostluk için eş ikizimizi bulmak zorunda değiliz. Eş olmak dâhil, hiçbir türden arkadaşlıkta her şeyi ortaklamak zorunda değiliz. Üstelik hiç kimseyle her şeyi paylaşacağımız kadar çok ortak nokta bulamayız ama herkesle çakıştığımız bazı noktalar olur. Bu çakışma tek bir noktada bile olabilir. Biriyle içme zevkimiz çakışır, diğeriyle kitap, ötekiyle film, berikiyle müzik… O yüzden, benim yüzlerce arkadaşım var dediğimde abarttığımı düşünenler çoğunluktaysa da yanılıyorlar.
Abartıyorum elbette ama sayıyı değil arkadaş seçimimi. Örnek vereyim. Türkü bara gitmeye bayılan biriyle arkadaş(t)ım, bu tür ortamlardan pek de hoşlanmadığım halde türkü dinlemek istediğimizde ya o beni arardı ya da ben onu. Operaya bayılan bir arkadaşıma sıkıca tembihlemiştim, kendine bilet alırken beni de hatırlardı, ben de sadece o çağırdığında opera diye bir şeyin varlığını hatırlardım. Sanat müziği seven bir arkadaşım da vardı, ben pek sevmem ama arada onunla dinlemek hiç de fena olmazdı. Resimden anlayan bir arkadaşımın da sergi eşlikçisi olmuştum, anlattıklarını dinler öğrenmeye çalışırdım. (Heykeltıraş dostum hiç olmadı, o yüzden zırnık anlamıyorum ya işte…)
Hafta sonu farklı şehirlere birlikte kaçtığım gezi arkadaşlarım vardı, dağ yürüyüşü yaptığım başka arkadaşlarım. Birlikte dans ettiklerim, beraber balık ayıkladıklarım. Birlikte aynı ders sıralarını paylaştıklarım, birlikte toplantılara gittiklerim. Siyasi tartışmalar yaptıklarım, hararetli dedikodular yaptıklarım. Say say bitmez. Şimdilerde kıta değiştirdiğim için eski zaman eki kullandım yoksa hepsiyle hâlâ dostluğumuz baki. Aksıyor olsa da dijital âlemin sunduklarıyla da sürdürüyoruz ilişkimizi…
Hepsi eskiden kalma değil, yepyeni edindiğim arkadaşlarım da var. Şarap paylaştıklarım, alışverişe çıktıklarım, kahve içmek için buluştuklarım, müze gezdiklerim, kitap alışverişi yaptıklarım, plaja gittiklerim, dikiş diktiklerim, örgü modeli paylaştıklarım var.
Dostlarım çeşit çeşit. Evime çağırdıklarım, aşırı pasaklılığı yüzünden evine asla gitmediklerim ama dışarda keyifle buluştuklarım var. Yalancılığını bildiğim için söylediklerini ona göre dinlediklerim var. Yakınmacılığından ya da palavracılığından sıkıldığım ama o da öyle biri na’palım diye kabul ettiklerim var. Canımmm, tatlıııım, sevgilimmm, söylemiyle ve yatak odası sesiyle konuşmayı marifet edinmiş arkadaşlarım var, bu üslubu hiç sevmediğim halde onları seviyorum. Çünkü arkadaşlık böyle bir şeydir benim için. Olduğu gibi kabullenmektir.
Elinize makas alıp arkadaşınızın orasını burasını biçemezsiniz. Kişilikleri kesip biçip kendi istediğiniz gibi şekillendirebileceğinizi sanıyorsanız önce kendinizden başlamanız gerekiyor. Yok, ben huyunu suyunu beğenmediklerimle zaten dost olmam, arkadaşlık etmem, diyorsanız o zaman da sizin gibi düşünenler de sizi beğenmeyeceği için yapayalnız yaşamaya adaysınız demektir. Böyle davranarak beğenmediğiniz yanları yüzünden üstüne çizik attıklarınızın sahip olduğu diğer güzel özellikleri keşfetme şansından kendinizi mahrum bırakmış oluyorsunuz. Üstelik de birkaç kişinin arkadaşlığıyla yetindiğinizde an geliyor o can arkadaşlarınızdan hayal kırıklığına uğruyor, onca emek verdiğim bu muymuş deyip küsüyor ve kendinizi yapayalnız hissediyorsunuz. Bunlar bana uymaz. Ben herkesi yazısıyla turasıyla kabullenmeyi savunuyorum. Ben dâhil kimse kusursuz değil çünkü.
Aklıma geldikçe yineliyorum: Orta yolcu olmayı hep reddettim, hep reddediyorum. Temel özelliğim asilliğimdir demiştim değil mi? Niye genel kabul gören her şeyi kabul edecekmişim ki. İtiraz ediyorum hâkim bey; arkadaşlıktaki tutuculuğa itiraz ediyorum.
Arkadaşlık kavramımızı esnetme konusunda ısrar ediyorum. Sonuçta ben abartıyorum; birkaç değil, yüzlerce arkadaşım var. Göstermelik de sanmayın, hepsi gerçekten dostumdur. O yüzden “abartalım arkadaşlar” lafında ısrarlıyım. Neyi abartacaksak da dostlarımızla birlikte abartalım. Neyi abartacağımıza gelince: Elbette her şeyi abartalım. Gülmeyi eğlenmeyi olduğu kadar çalışmayı üretmeyi de abartalım. Sevelim sayalım, gezelim okuyalım, konuşalım dinleyelim ve hepsini abartalım.
Bir yazımda günde en az on kilometre yürürüm demiştim, bir başka yazıda günde en az 100 sayfa kitap okurum da demiştim. Bu ve benzeri ifadelerimi “iyi sallıyorsun” anlamında değerlendirenler oldu. Eee, haklılar “çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz”mış. Hiç okuyamadığım, hiç yürüyemediğim günler olmuyor mu, elbette pek çok kere oluyor. Ancak ortalamam gene de böyle. Ben her şeyi abartırım çünkü.
Abartmanın da biyolojik bir temeli var elbette. Buna psikiyatri bilimi Hiperaktivite Sendromu (aşırı hareketlilik durumu) diyor. Nöroloji bilimi ise “Dopamin” yüzünden oluyor diyor. Bu iki beyin biliminin söylediğini birleştirelim: Beyninizde dopamin adlı kimyasalın üretimi fazlaysa, zıpzıp biri oluyorsunuz. İç enerjiniz yüksek, yapma hevesiniz sınırsız, yapmadan duramayan, dur durak bilmeyen biri oluyorsunuz. Özetle abartıyorsunuz. Ben işte onlardanım. Evet, bu yapısal yani kalıtsal bir özelliktir. Dopamini gereğinden az olanların hımbıl olması nasıl normalse, benim gibi fazla olanların zıpçıktılıkları da öyle normaldir.
Ancak tam burada “tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan” sorusu araya sızar. Gerçi cevap bellidir çünkü bu kendini katlayan bir döngüdür: Eğer dopamininiz fazlaysa her şeyi fazladan yapıyorsunuz, bol bulamaç yaptıkça da daha fazla dopamin üretiyorsunuz ve de aşırı dopaminin dürteklemesi ile daha da fazlasını yapmak istiyorsunuz. Tersi de doğru; Dopamininiz çok azsa hiçbir şey yapmak istemiyorsunuz, yapmadıkça dopamin üretiminiz daha da azalıyor, daha da yap(a)maz oluyorsunuz. İşte buraya dikkat: Davranış biçiminizi genlerinin etkilediği ama iradenin belirlediği nokta bu noktadır: Ne yaptığınızdan bağımsız olarak, bir şeyler yaptıkça beynin dopamin üretimi artar.
O yüzden dilime pelesenk eyledim. Teker, hep aynı yöne döner, diyorum. Yattıkça daha da yatmak istiyorsunuz, yaptıkça daha da yapmak. Kahkaha attıkça daha mutlu oluyorsunuz, şikayet ettikçe daha mutsuz. O yüzden mevcut durumunuzdan memnun değilseniz, tekerin döndüğü yönü değiştirmek elinizde… Özetle yapısal olarak dopamininiz azsa çoğaltmak mümkün. Çünkü çözüm “yapmak”tan geçiyor. Neyi yapmak mı? Neyi sorusu yanlış soru. Herhangi bir şeyi hatta her bir şeyi yapın. Yapın, yapın, daha çok yapın…
Burada bir istisna var. “Yeme-içme-seks” üçlüsünü abartmak içgüdülere yenilmektir. Dopamin dürtüselliğini başka kanallara yöneltememektendir. Bu türden sorunu olanların “yapma” konusunda alan değiştirmesi gerektiğini bilmeleri gerekir.
Neymiş; teker hep aynı yöne dönermiş. Neymiş; gittiği yönü beğenmeyenin direksiyonun kendi elinde olduğunu hatırlaması yetermiş.
Nasıl yaşadığımızda dış koşulların etkisini yok sayıyor değilim elbette, ancak koşulları değiştiremediğimizde kendimizi değiştirmenin tahmin edilenden daha çok işe yaradığından söz ediyorum.
Özetle hayatın formülü çok basittir. Hadi bunu Shakespeare gibi söyleyelim:
“Yapmak ya da yapmamak. İşte bütün mesele bu.”
Hatta Shakespeare’i geçelim de benim gibi söyleyelim: “Abartalım arkadaşlar”
Asiliğe ve arkadaşlığa ekstra bir mimle hem de…