Stalin Rusya’da yapılan anketlere göre 20. yüzyıla damgasını vuran ve sempati duyulan en önemli üç kişiden biri. Son Çar II. Nikolay, Lenin ve Stalin bu dönemin başkahramanları olarak görülüyor.
Aslında diğer çarların aksine yeterince güçlü bir profil çizemeyen Nikolay belki de ailesi ile birlikte uğradığı acı akıbet ve son çar olmasına dönük duygusal sempati nedeniyle bu listede. Lenin ise güçlü teorik tarafının yanı sıra önemli bir eylem adamıydı. Rus ve dünya tarihine damgasını vurduğu kesin. Bugün Rusya genelinde her yerde adını ve heykellerini görmek mümkün. Lenin’in tersine heykellerini pek de göremediğimiz Stalin neden bu listede peki? Tiflis’te bir ayakkabıcının oğlu olarak dünyaya gelen ve kilise okuluna yazdırılan Stalin nasıl böylesine güçlü bir konuma ulaşmıştı? Sevenleri kadar nefret edenlerinin olmasının sebepleri nelerdir?
Stalin 1899 yılında kilise okulundan atılmıştı. Sonrasında Marks ve Lenin’in fikirleri ile tanıştı. 1903 yılında Bolşeviklere katıldı. Gözü kara devrimciliği ile parti içinde sempati kazandı. Parti faaliyetleri için meşru olmayan yöntemlerle para sağladığı eylemleri ile Lenin’in dikkatini çekmişti. Bir kaç defa sürgün edildi. Troçki ile yöntemleri yüzünden hiçbir zaman anlaşamamıştı. Ancak parti içinde taraftarı çoktu.
Stalin 1922’de partinin genel sekreterliğine getirildi. Fakat onun böylesine önemli güçleri nasıl kullanacağı ve yapabileceklerine ilişkin Lenin’in ciddi endişeleri olmuştu. Neticede Stalin 1928’den 1953’teki ölümüne kadar mutlak bir hakimiyet ve otorite ile ülkesini yönetti.
Birçok tarihçi yönetim anlayışı ve uygulamalarını dikkate alarak onu totaliter olarak tanımlıyor. Türkçe sözlüğe göre bu kavram demokratik hak ve özgürlüklerin baskı altında tutulduğu, bütün yetkilerin bir elde veya küçük bir yönetici grubunun elinde toplandığı demokratik olmayan bir düzeni ifade ediyor.
Stalin tarihteki rolüne saplantılı şekilde inanmış, birçok kişiye göre ise problemli bir kişiydi. Fakat diğer yandan Marksizm ve Leninizm’e yürekten bağlanmış ve sosyalizmin pratik taraflarına hayli kafa yormuştu. Stalin Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm adlı kitabında şu satırlara yer veriyor:
“Politikada hata yapmamak ve boş hayalciler durumuna düşmemek için, proletarya partisi, eylemlerini soyut insan aklının ilkeleri üstüne değil, sosyal gelişmeyi belirleyen toplumun somut maddi yaşam koşulları temeline oturtmalı, büyük adamların iyi niyetlerine değil, toplumun maddi yaşamının gelişmesinin gerçek gereksinimleri üstüne dayandırmalıdır.”
Stalin’in insanların maddi hayatına her anlamda hükmettiği kesindi. Fakat Stalin dönemini değerlendirirken ekonomi, kültür ve eğitim alanında yaptıklarını, ülkenin ağır sanayi alanında elde ettiği başarıyı, II. Dünya Savaşındaki zaferi ve artan popülaritesini, buna karşın fikir ve edebiyat hayatına bizzat ve Politbüro üyesi Andrey Jdanov üzerinden yaptığı baskıları, Korkunç İvan’dakine benzeyen şüpheciliğini, sürgün, yer değiştirme ve suçlamalarla yüz binlerin ölümüyle sonuçlanan politikalarını bir bütün olarak gündeme getirmek gerekiyor.
Muhtemelen ezilmiş bir taşralının yükselme arzusu vardı Stalin’de. Kilise okulu deneyiminden sonra inançlı bir devrimci olmuştu. Onun bakış açısından belki de amaca giden her yol meşruydu. Bugünün küresel şirketlerinin kimi CEO’larında görülebilecek “sadece paranoya ayakta kalır” şeklinde bir anlayışa sahipti belki de. Şüphe duyduğun her şeye karşı zamanında tedbir almazsan yok olursun diye mi düşünüyordu? Kapitalist sistemin acımasız aktörlerine karşı her an tetikte olmak ve gerekirse insan hayatını feda etmek miydi kafasındaki bilinmez.
Gündeme getirdiği “işçi sınıfının düşmanlarını ortadan kaldırma” argümanıyla bir milyonun üzerinde kişi hapsedildi. 1934 ve 1939 arasında en az 700 bin kişi idam edildi. Stalin 1937’de, parti ve devlet üzerindeki kişisel kontrolünü tamamlamıştı. Onun döneminde hayatını kaybeden insanların sayısı ile ilgili farklı rakamlar geçiyor kaynaklarda ama şu açık ki toplum ciddi bir bedel ödemişti.
Stalin diyalektik materyalizm konusunda samimiydi. Marks ve Engels’in din konusundaki fikirlerine bağlı kaldı. Rusya açısından önemli bir sembol olan Kurtarıcı İsa Kilisesinin yıkılmasını emretmişti örneğin.
Peki popülaritesine sebep olan şey ne öyleyse?
II. Dünya Savaşı insanlık tarihinin bugüne kadar gördüğü en korkunç ve en dehşet verici şeydi. Bizde entelektüel kesimin genelde vakıf olduğu ama nasıl bir acı yaşandığını büyük kitlelerin pek de anlamadığı, zaman zaman siyasilerin karne muhabbeti yaparak hafife aldığı bir konu. Sovyetler Birliği coğrafyasında 26 milyon insan hayatını kaybetti bu savaşta. Çoğu da sivildi. Bu savaş sonunda ortaya iki büyük güç çıkmıştı: Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği. Sovyetler Birliği’nin dünyadaki konumu ve önemi ciddi ölçüde artmıştı. Bugün de aynı önemin bu dönemin mirası olduğunu söylemek mümkün.
Bu savaşta Sovyet halkları Hitler faşizmine karşı olağanüstü bir mücadele ve fedakarlık göstermişti. Rusya halkı daha önceki dönemlerde olduğu gibi bu defa da işgalcilere geçit vermemişti. Stalin’in katkısı ise savaştaki liderliği, özellikle ağır sanayileşmesine büyük katkı yaptığı ekonominin savaştaki rolüydü.
II. Dünya Savaşı sırasında vatanseverlik ve milliyetçilik duyguları yoğunlaşmıştı. O dönemde yaşanan acılar ve yapılan fedakarlıklar bugün de söz konusu duyguları besleyen en önemli unsurlardan biri. Dolayısıyla Stalin’in popülaritesine neden olan konulardan biri bu.
Stalin dönemindeki “Beş Yıllık Planlar” sayesinde ülke, tarımsal kolektifleştirme ve hızlı bir sanayileşme sürecinden geçerek merkezi komuta ekonomisine geçti. Çarlık döneminin sonlarındaki reformlarla yeni yeni toprak edinen köylüler toprakların kamulaştırılmasına dirense de zamanla bu direnç ortadan kalktı. Birinci Kalkınma Planında tüm sanayi yatırımlarının yüzde 86’sı ağır sanayiye yönlendirilmiş, otomotiv, havacılık, elektrik sanayi, makine yapımı gibi alanlarda önemli gelişmeler olmuştu. Bu altyapı II. Dünya Savaşında çok önemli bir destek sağladı.
Stalin, hem toplum için yeni bir kültür yaratılmasını hem de önceki seçkin kültür birikiminin daha geniş bir şekilde yayılmasını sağlayacak bir “kültürel devrim”in peşindeydi. Okulların, üniversitelerin çoğalması yanı sıra okuryazarlık ve eğitim kalitesinin artırılmasına önem verdi. Ama edebiyatı sosyalist gerçekçilik açısından bir araç olarak gördü ve yazarlar ve yaratıcılık üzerine büyük darbe indirdi.
Şu açık ki onun ardından toplumda bir rahatlama duygusu belirmişti. Nazım Hikmet’in “taştandı, tunçtandı, alçıdandı…” diye başlayan şiiri bu açıdan ilginçtir mesela. Nikita Kruşçev 1956 yılında 20. Parti Kongresinde yaptığı konuşmada şu ifadelere yer verdi:
“Liderlikte ve çalışmada çoğulculuğa toleranssız olan, dediklerine karşı çıkanlara aynı zamanda kaprisli ve despotik karakteri göz önünde bulundurulduğunda onun gibi düşünmediğini gördüğü kişilere karşı acımasız bir şekilde şiddet uygulayan Stalin zamanında olanları tekrarlamaktan kaçınmak için bu sorunu değerlendirmeli ve doğru şekilde analiz etmeliyiz…”
Neticede Stalin konusu uzun, karmaşık ve belki de o dönemi yaşayan insanların daha iyi değerlendirebileceği bir konu gibi görünüyor. Komünizmi yıpratmak için karalandığını ileri sürenler, ülkeyi korumak için böyle davrandığını düşünenler, o olmasaydı II. Dünya Savaşı kazanılamazdı diyenler, o kendisi için hiçbir şey istemedi ve hatta esir oğlunu feda etti diye düşünenler olduğu gibi, onu yüz binlerin ölümünden, acılardan ve yaratıcılığın yok edilmesinden sorumlu tutanlar da var.
Takdir okuyucunun…
Not: Samih Güven’in bu yazısı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.