“Herhalde biri Josef K.’ye bir iftira atmıştı çünkü hiçbir kötü şey yapmamasına rağmen tutuklanmıştı.”
Bu cümlelerle başlar, Kafka’nın meşhur Dava isimli romanı. Josef K. kahvaltısını yaparken eve gelen iki garip görevli tarafından tutuklandığı söylenir ama bu tutukluluk biraz farklıdır. Çünkü tutuklu olduğu sürede yaşamına ve günlük meşgalelerine devam edebilmektedir. Kendisine atfedilen ama adı belli olmayan ve kendisine söylenilmeyen suçunun ne olduğunu bulmaya ve davayı anlamaya çalışırken artık kendi yaşamının sahibi olmadığını fark eder.
Josef K. asla suçunun ne olduğunu öğrenemez, kimse de ona bunu söylemez ve alışık olduğumuz tarzda bir yargı sürecine hiç dahil olmaz. Dava ile alakalı iletişime geçtiği insanlar ona yol göstermeye çalışırken esasında onu oyalamaktadırlar. Çünkü görevliler tarafından, tutuklandığına göre bir suçu olması gerektiğine inandırılmaya çalışılır. Bu örgüde ifade edilen şey aslında suçluyu ortaya çıkarmaya ve cezalandırmaya çalışmak yerine, önce suçu üreten ardından sistemin bekası için uygun görülen bireylere ya da bir gruba bu suçu iliştirmeye çalışan bir sistemin eleştirisidir.
Bugün nasıl Cem Yılmaz’ın esprileri ve skeçlerindeki bazı karakterler toplumda karşılık bulup günlük yaşamın akışına girmişse benim gençlik dönemimde de Devekuşu Kabare’nin oyunları aynı şekilde karşılık bulmuştu. O zamanlar YouTube vs. platformlar olmadığı için bu oyunları ses kasetlerinde teyplerde dinlerdik. Bilet bulabilen şanslı insanlar ise onları canlı izleme hazzını yaşamıştır. Kandemir Konduk’un yazdığı oyunlardaki espriler ve gülmece kalıpları toplumda karşılık bulmuş, herkes tarafından kullanılır hale gelmişti. Özellikle politik hiciv konusunda dönemin ön plandaki politikacıları olan Erbakan, Demirel ve Özal gibi karakterler çok işlenmişti. “Yasaklar” adlı oyunda askeri darbe döneminin ve aynı zamanda toplumdaki yasakçı anlayış mizah yoluyla harika betimleniyordu. Darbe döneminde biraz da bugün sosyal medyanın yaptığı görevi üstlenmişti sanki Devekuşu Kabare. Politikacıları, köyden kente göçü, dönemin hâkim sermaye sahiplerinin kimler olduğunu, sansürü, hak ihlallerini ve sistemin yozlaşmasının ayak izlerini onların mizah katarak aktardıkları mesajlarla öğrendik. 12 Eylül’ün apolitikleştirmeye çalıştığı neslin panzehriydi adeta.
Albert Camus “Denemeler” isimli kitabında “Korku Çağı” başlıklı yazısına şöyle başlıyor: “17. yüzyıl matematiğin çağıydı, 18. yüzyıl doğa bilimlerinin, 19. yüzyıl ise biyolojinin çağıydı. Bizimkisi, yani 20. yüzyıl ise korkunun çağıdır.”
Ve devam ediyor:
”Şu son yıllarda gördüklerimiz bizde bir şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki, insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırırdı bizi. Gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanı küçülttüler, öldürdüler, sürdüler, işkencelere soktular. Ve hiçbir kez, bunu yapanlar, yaptıklarının kötü olduğuna inandırılamadı. Çünkü kendilerine güveniyorlardı. Çünkü soyut bir kafa yani bir ideolojinin adamı, başka bir şeye inandırılamaz.”
İnsanlık tarihi büyüklü küçüklü benzeri birçok dava ile dolu. Bunların birçoğunu hatırlıyoruz ama yargılananların isimleri ile. Mesela Sokrates yargılama sonucunda kendine atfedilen suçları kabul etmeyerek zehir içmek suretiyle ölümü gitmişti. Bugün Sokrates’i hemen hemen herkes bilir ama onun suçlayan ve mahkemeye çıkartan Meletus’un adını hiç duydunuz mu?