İnsanın bedeninde bir organı bozulursa çıkarılır atılır. Apandisiti mesela, dişi çürürse sökülür atılır, yerine yenisi konur. Kalp eğer durmamışsa ameliyat edilir, stent takılır, pil takılır.
Rahim, meme kanser olursa kesilir atılır. Evdeki patates çürürse işimiz kolay. Elma çürürse kolay. Alt tarafı sağlamların yanından alıp çöpe koyarız. Ama ya insanın ruhu çürürse, ya insanın sevme yeteneği çürürse, bağlanma, aidiyet duyma, başkalarına güvenme yeteneği çürürse? Yani ya insanın ruhu çürürse… Ne yapacağız? Ne yapabiliriz?
Biyolojik, fizyolojik veya psikolojik rahatsızlıklardan, ruhsal bozukluklardan söz etmiyorum. Onlar var. Onlar ayrı. Ben yeterince kullanılmayan ya da doğru kullanılmayan, burada doğruyu insanın iyiye doğru gelişmesine uygun anlamında kullanıyorum, insanın doğasına uygun olarak kullanılmayan zihin çürür mü?
Bunu soruyorum.
Peki nasıl anlarız çürüdüğümüzü? Başkaları nasıl anlar? Anlaşılır mı? Bedenin, biyolojik çürümenin tersine pek sessizdir insan ruhunun çürümesi. Hatta tıpkı masallardaki yüzü güzel ama kendi zalim üvey ana, kötü kraliçe gibidir. Oradaki kötülüğü yani çürümeyi anlamak zordur ve masallara bakarsak çoğu zaman oldukça geçtir. Hansel ile Gretel masalını hatırlıyor musunuz? Zavallı yavrucaklar aç açıkta ormana bırakılmışlardır babaları tarafından. Çünkü anneleri ölmüş ve üvey anneleri ise onları hiç sevmemiştir ve onlardan kurtulmak için kocasını ikna etmiştir. Bu iki küçük karınları aç, üşümüş ve yorgun halde ormanda yürürlerken karşılarına pastadan, çikolatadan yapılmış muhteşem bir ev çıkar. Usulca, korkarak yaklaşırlar. Evin duvarlarından bir parça koparıp yerler. Gözleri sevinçle parlar. Ama bu bir tuzaktır. Korkunç bir tuzak. İçerdeki cadı bu yolla ormanda kaybolmuş insanları yakalayıp masal bu ya fırında pişirip yemektedir.
İşte insandaki, toplumdaki çürüme de böyledir. İnsanın iç dünyası, maneviyatı, benliği boşaldıkça dışı allanır pullanır. Dış ne kadar ışıltıya, gösterişe, seremoniye, süse, ihtişama, debdebeye boğuluyorsa iç o kadar fukara demektir.
Ne demiştim? Ya insan çürürse? Ya toplum çürürse? Çürür mü? Evet.
İnsan doğasına uygun olmayan besinler nasıl insan bedenini çürütüyorsa, hasta ediyor, bütünlüğünü bozuyorsa, insan doğasına uygun olmayan yaşama biçimleri de, düşünme biçimleri de insan zihnini hasta ediyor, çürütüyor.
Demem o ki gezen tavuğun yumurtası, organik et, organik sebze, has tereyağı, zeytinyağı ile bedeninizi koruyabilirsiniz. O da şüpheli ya ama öyle olduğunu varsayalım. Eyvallah… da ruhu, psişeyi ne yapacağız?
Bir kere hemen hemen hepimizde odaklanma sorunu var. Birileri ya da bir şeyler dikkatimizi çalıyor. Bu anlamda baş hırsız cep telefonu ekranı. Sahi telefona bakmadan kaç dakika durabiliyorsunuz? Ya da telefonu evde ya da kapalı olarak çantanızda, arabanızda bırakarak bir sinemaya gidip tamamen filme konsantre olabiliyor musunuz? Ben sinemaya gittiğimde önümdekilerin karanlıkta sürekli telefonlarına bakmalarından filme konsantre olamıyorum. Oradaki parlak ışık beni rahatsız ediyor, dikkatimi dağıtıyor. Birisi bir bakıp kapatıyor, oh derken ötekisi açıyor. Bunun anlamı ne biliyor musunuz? Sürekli bölünen bir zihin demek. Filmden sürekli kopmak demek. Bütünlüklü olarak hikâyeyi kavrayamamak demek.
Peki ya en sevdiğiniz arkadaşlarınızla buluştuğunuzda kaçıncı dakikadan itibaren herkes telefonlarına sarılıyor? İki kişi konuşurken üçüncü kişi dinliyor mu yoksa o da hemencecik telefonuna mı bakıyor. Cevapları biliyorsunuz. Bunun anlamı ise, yüz yüze olduğumuzda dahi hakiki ilişkiler kuramadığımızdır. Oysa ruhen sıcak, samimi, hakiki ilişkiler kurmaya ihtiyacımız var.
Ve yakıcı soru: Bunun farkında mıyız? Yani insanı insan yapan şeyin insani ilişkiler olduğunun bilincinde miyiz?
Buradaki trajedi şu: Farkında değiliz, bilincinde değiliz ancak bir şeyi çok derinden hissediyoruz ki acı çekiyoruz. Hayatımızda hep bir şeylerin eksikliğini hissediyoruz. Yanlış olan, yolunda gitmeyen bir şeyler var. Sevinçlerimiz derin değil, üzüntülerimiz de. Boğazımız sık sık düğümleniyor ama neden bilmiyoruz. Dahası tahammülsüzüz, öfkeliyiz, sık sık canımızı burnumuzda hissediyoruz, hık desek çıkacak sanki… Peki ama neden? İnsani ilişkilerden gittikçe daha çok uzaklaşıyoruz, şapkalarımızın altında gittikçe daha çok kayboluyoruz da ondan. Yalnız hissediyoruz. Bu dünyaya yabancıyız sanki.
Dikkatimizi çalan, iyi ve güzel anlarımızı da berbat eden, evimizin içini savaş alanına döndüren bir şey de var. Ruhumuzu karartan bir şey. O da ekran. Televizyon ya da sosyal medya, haberler… Savaş görüntüleri, cesetler, kan revan içinde insanlar, çocuklar. Tecavüzler, kavgalar, kurşunlamalar, bıçaklamalar. Hayvanlara eziyet, kadınlara eziyet, çocuklara eziyet. Yaşlılara, hastalara, doktorlara. Bu başlı başına bir delilik şurubu. Her an, günde defalarca bu delilik şurubunu içiyoruz. Artık kanıksadık. Kimsenin üç beş dakikadan fazla bunlara kederlendiğini sanmıyorum. Kendinizi kontrol edin. Yapamazsınız. Çünkü bunlar artık birer nicelik. Sürekli olmakta olan, hep olan, gündelik, sıradan şeyler gibi geliyor. Öyle de olmak zorunda. Yoksa her biri için derin bir keder duyabilseniz ya ölürsünüz ya da delirirsiniz. İnsan bunu kaldıramaz ki. Kaldıramadığı için de bilinçaltı mekanizmalar devreye girer. Yani aslında bilinçaltınız, savunma mekanizmalarınız sizi koruyor. Ama öte yandan bilinç düzeyinde, zihninizde başka bir şey oluyor. Dünyaya ve hayata olan güveninizi kaybediyorsunuz. Sokaklar tehlikeli, insanlar kötü, memleket berbat, gelecek karanlık, hiçbir şeyin değeri yok… Her yer karanlık görünmeye başlar gözünüze. Kendinizin, evinizin ışığı da söner usul usul.
Başka bir şey daha var: Hepimiz hep birlikte konuşuyoruz. Eğer hepimiz hep konuşuyorsak kim dinliyor? Konuşmacı çok. İyi de dinleyen yoksa niye konuşuyoruz ki? Ama herkes sadece kendisinin konuştuğunu diğerlerinin de dinlediğini varsayıyor. E böyle olunca bunların hiçbiri yok demektir. Yani ne konuşan vaaaar ne dinleyen. Kimse yok. Burası ıssız. Issızdayız yani.
“Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyandığında, dünyadaki kötülük biraz daha artar…Vaaz verme çılgınlığı içimizde öylesine yer etmiştir ki, korunma içgüdüsünün bilmediği derinliklerden doğar. Her insan, kendinin bir şey önereceği anı bekler: Ne önerdiği önemli değildir. Bir sesi vardır ya, o yeter…”
Der Cioran çürümenin kitabında. İşte herkesin kendini uzman, bilgin, enn akıllı, alim peygamber mertebesinde gördüğü ve kimsenin kimseyi dinlemediği “O’” yerde çürüme vardır. Ve işte buradayız. Herkes binlerce kitap okumuşşş, herkes onlarca uzmanlık almışşş, herkes doktor, düşünür, futbolcu, psikolog, imam, hoca, filozof, siyaset uzmanı vs. vs. vs. Böyle bir toplumdan bir şey çıkmaz. Toplum donar, donmak çürümektir.
İnsanın insana olan güvenini, inancını kaybettiği, kendini keşfedemeden ölüp gittiği, kendine hiç bakmayıp hep başkalarına baktığı yerde çürüme vardır. Oradayız. Bütün hazırlık ve heyecan Facebook için. Sevgili olmak, evlenmek, gebe olmak, doğurmak, tatile gitmek, okumak, bir yerde yemek yemek, içmek… aklınıza ne gelirse bütün bunların hepsi Facebook için. Kendin için yaptığın bir şey yok mu? Daha doğrusu kendin var mısın? İçinde, kıyafetlerinin altında, teninden öte bir “Sen” var mı? Sor kendine? Ben kimim, eğer Facebook olmasa, bir gün pat diye ortadan kalksa, kiminle baş başa kalacaksın kendin yoksa?
Cioran’dan devam edelim…
“Kravat değiştirir gibi fikir değiştirilir; zira her fikir, her ölçüt, dışarıdan, zamanın biçimlenişlerinden ve tesadüflerinden gelir. Fakat kendimizden gelen, kendimiz olan bir şey vardır; görünmez, ama içsel olarak teyit edilebilir bir gerçeklik; her an kavranabilen ve hiçbir zaman kabullenmeye cesaret edilmeyen ve ancak tüketilmeden önce gündeme gelen uygunsuz ve ezeli bir mevcudiyet: Ölümdür bu, hakikî ölçüt odur… Bütün canlıların en mahrem boyutu olan ölüm, birbirine indirgenemeyen iki düzene ayırır insanlığı… Bu iki düzen arasındaki mesafe, bir akbabayla bir köstebek, bir yıldızla bir tükürük arasındakinden de fazladır… Ölüm duygusu olan insanla bu duyguya hiç sahip olmayan arasında, iletişimi mümkün olmayan iki dünyanın uçurumu açılır, bununla birlikte ikisi de ölür; fakat biri ölümünden habersizdir, ötekiyse bunu bilir; biri sadece bir anda ölür, ötekiyse sürekli ölmektedir… Ortak koşulları ikisini de birbirine karşıt uçlara yerleştirir; iki aşırı uca ve aynı tanımın içine; uzlaşmazlıklarıyla aynı kadere maruz kalırlar… Biri sanki ebedîymiş gibi yaşar; öteki devamlı olarak ebediyetini düşünür ve bunu her düşüncesinde inkâr eder.”
Bu iletişimi asla mümkün olmayan iki insan tek bir bedendedir. Ve bütün mesele onları birliğe getirmektir. İçimizi ve dışımızı birliğe getirmek. İki nasıl bir ve tek olur? Birincisi bir siz olması gerekiyor sizden içeri. Ne demişti Koca Yunus Emre:
Beni sorma bana bende değilim
Suretim boş yürür dondan içeri
Yaaa. Demek ki bir görünen ben var, bir de görünmeyen ben. Bakın aynada kendinize. Ne görüyorsunuz. Gömlek, pantolon, elbise, saç, ten, göz, ağız… Bu siz misiniz? Daha derine bakmak gerek. Dikin gözlerinizi gözlerinize. Olabildiğince uzun bakmaya çalışın. Merak etmeyin isteseniz de bir dakikayı bile bulamazsınız. Zordur. Çok zor. Peki ama neden? Neden kendi kendimizin gözünün içine bakamıyoruz? Neden tek tek uzuvlara uzun uzun bakabilirken, ağız, eller, beden, yüz, boyun, saç vb. Kendi gözünün içine uzun süre bakamıyor insan. Oysa kendinizle karşılaşma ihtimaliniz ancak böyle mümkündür. Ama kaçarız. En çok kendimizden korkarız.
Bunun yerine bize yazılan reçetelere bakarız. Kendimizi arayıp bulmak zor gelir çünkü. Kendimiz üzerine düşünmekten, kendimizin peşine düşmekten, kendimizin ayıplarını, kötülüklerini, zaaflarını keşfetmekten, kendimizi suçüstü yakalama ihtimalinden hep kaçarız. Ve bize sunulan akıllara, yazılan reçetelere, dini inançların telkinlerine, gurulara, budalara, hacılara hocalara, entel dantellerin kıymeti kendinden menkul tavsiyelerine, estetik cerrahlara, güzellik uzmanlarına, bilimcilere, uzmanlara teslim ederiz kendimizi. Yoga derler yaparız, namaz derler kılarız, meditasyon derler olur, nefes teknikleri, farkındalık seminerleri, alışveriş gezileri, kutlamalar, sonu gelmez partiler… kaçacak yeri çoktur düzenimizin. Herkes için kendinden kaçacağı, hiç düşünmeye fırsat bulmadan, düşünme zahmetine katlanmadan rahatça ölümüne koşacağı bir tuzak itinayla kurulmuştur. Bütün dünya oyun ve oyuncaklarla doludur. Hepsi de yetişkinler içindir. Uyuşturucu, tüketim, yeme içme, güzelleşme, gençleşme, iğneler, yüz gerdirmeler, sonsuz gençlik, sonsuz çekicilik. Kitleler bu oyunu oynarken birileri köşeyi döner. Ve gittikçe artan sermayesiyle yeni oyuncaklar alır yeni oyun alanları kurar.
Evinizi dizayn ederler, mutfağınızı, tatilinizi programlarla, her saniyesi hesaplanmış tur programınızı. Moda derler ne giyeceğinize karar verirler. Kış kıyamet göbeğiniz açık gezersiniz. Peki bu oyunun siz neresindesiniz? Sen ve senin ihtiyaçların, senin değerlerin, senin zevkin, özelin, self’in, kedin yani kendiliğin… nerede?
“Çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinaî cömertliğinin kesesinden harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi, herkesin adımlarına yön vermek ister: Ortaklaşa hayat, bundan ötürü tahammül edilmez bir hale gelir; insanın kendi hayatı daha da çekilmez olur: Başkalarının işlerine hiç karışmadığı zaman kişi kendi işleri için o kadar endişe duyar ki, kendi “benliği”ni bir dine çevirir, ya da tersten havarilik yaparak “benliği”ni yok sayar: Evrensel oyunun kurbanıyızdır…”
Der Cioran. Olmayın derim ben. Kaldırın kendinizi düştüğünüz yerden. Aynada gözlerinize bakın. Cildinize, bedeninize, dudaklarınıza değil. Gözbebeklerinize bakın. Ve kulak verin iç sesinize. Hepten lal etmediyseniz onu, hepten çürütmediyseniz, incecik, hafiften bir ses söz olup doğacaktır içinize. Dinleyin onu. Sövse de, hakaretler yağdırsa da, öfke kussa da… sabredin. Bekleyin. Nicedir yok saymışsınız çünkü. Hakkıdır. Nicedir onu değil başkalarını dinlemişsiniz. Nicedir ölesiye yapayalnız bırakmışsınız, nicedir inkar etmişsiniz varlığını. En zor aşama budur. İnsan olmanın ilk aşaması. Dışınızdaki siz ile içinizdeki sizin ilk buluşması.
Zamanın, evrenin, hayatın, varoluşun kaynağı da efendisi de, merkezi de biz değiliz. Sonsuz olan, hep kalacak olan da biz değiliz. Ama başka bir şey var. Ararsanız bulursunuz belki. Aramayan bulmaz demişler, arayanlarsa belki…
Onun ne olduğunu size kimsecikler söyleyemez. O bir yolculuktur ki herkesinki kendine aittir. Tıpkı retinanız, tıpkı parmak iziniz gibidir. O bir kilittir ki anahtarı da sizdedir. Herkes kendi anahtarının tek ve bütün kilitlerin de aynı olduğunu zannederek kendi anahtarının sizin kilidinizi açtığını iddia eder. Açabilemez. Kimsenin sizi, içinizi kurcalamasına izin vermeyin. Çocuklarınızın aklını asla ama asla elletmeyin.
Görsel: Pablo Picasso’nun “Guernica” tablosu.