Tarih boyunca insanlar hep bir yerden bir yere, zaman zaman kendi istekleri ile çoğu zaman ise mecbur kaldıkları için göç etmişler.
“Hidrotropizm” deniyormuş bitkilerin köklerinin su kaynağına ya da daha nemli ortamlara doğru yönelmesine. İnsanların bu göçlerini de kısmen ona benzetiyorum. Hayatta kalma içgüdüsünün dışında, insanda var olan yaratıcılık ve bilimsel düşünce de aynı bitkilerin kökleri gibi kendini besleyecek sulu nemli ortamın sağlandığı yere uzanıyor. Bu şekilde hem kendilerini beslerken hem de yaşadıkları toprağa katkı veriyorlar.
Kraliçe Izabella ile (Isabelle de Castilla) Aragon Kralı II. Fernando’nun (Ferdinand d’Aragon) evlenmesiyle (1469) İspanyol birliğinin gerçekleşmesi yolunda ilk büyük adımı atılmış ve yeniden fetih (Reconquista) adı verilen süreç en etkili dönemine girmişti. Bu hareket 1492’de de Gırnata’yı (Cordoba) teslim alarak Endülüs’teki Müslüman hâkimiyetine son verdi. Yeniden Fetih’in askeri tarafı tamamlanınca dini tarafına geçildi.
Aynı yılın 31 Mart tarihinde yukarıda ismi geçen krallar tarafından Yahudileri İspanya’dan sürecek olan Elhamra Kararnamesi hazırlandı. Bu kararnameye göre Yahudi dinine mensup veya biyolojik olarak Yahudi olan herkes İspanya’yı terk edecek; yanına altın, para vb. ziynet eşyası alamayacaktır. Kararnamenin muhataplarına ülkeyi terk etmek için 31 Temmuz tarihine kadar süre tanınmış ve bu süre sonunda da ülkeyi terk etmeyenlerin idam edileceği belirtilmiştir.
Bu süreçte o zaman büyük bir güç olan Osmanlı İmparatorluğu bu insanlara kucak açmış hatta II. Bayezid onları Osmanlı vatandaşı olarak kabul etmiş ve kendileri göçleri boyunca yapılacak her müdahaleyi savaş sebebi sayacağını bildirmiştir.
Ayrıca II. Bayezid’in İspanya’nın aldığı bu kararı şaşkınlıkla karşıladığı ve II. Ferdinand’a “bilge hükümdar” denmesi ile ilgili olarak “Bir hükümdar, kendi ülkesini fakirleştirirken benim ülkemi zenginleştiriyorsa ona nasıl bilge hükümdar denebilir” dediği rivayet edilir.
Sefarad Yahudilerinin Osmanlıya getirdikleri ve Endülüs’te yaşanan Altın Çağ’ın zenginliklerinden kimya, felsefe, matematik ve de daha sonra matbaa gibi artıların en önemlilerinden biri de şüphesiz, tıp alanındaki birikim ve deneyimleri idi. İspanya göçmenlerinden tıp insanlarından önde gelenleri Saray’a davet edilerek çoğu kez saray hekimi hatta hekimbaşı oldu.
Tarihte biraz daha ilerleyelim…
Genç Cumhuriyet İstanbul Darülfünunu 1933’te kapatarak onun yerine İstanbul Üniversitesi adıyla modern bir üniversite kurdu. Hocaların yarıdan fazlasının görevine son verilerek yerlerine yenileri görevlendirildi. Bu üniversite için yurt dışından eğitim personeli aranıyordu. Tam bu zamanda Nazi devleti tarafından işten çıkarılmış Yahudi bilim adamları İsviçre’de bir yardım komitesi kurmuştu. Bu komitenin arabuluculuğu ile çok sayıda bilim adamı Türkiye’de iş buldu.
Türkiye tarihçisi Stanford Shaw bu konuda şöyle yazıyor:
“Atatürk ve Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel tarafından Hitler’in öğretim ve bilimden ihraç ettiği insanlardan faydalanıp, yüzlercesinin Türkiye’ye getirilmesi ile Türkiye’deki üniversitelerin ve bilim kurumlarının önemli ölçüde geliştirilmesi sağlanmıştır.
İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşunda, 38’i ordinaryüs ve 4’ü profesör, toplam 42 Alman bilim insanına görev verilmişti. Daha sonra Ankara Üniversitesi’nde de Alman ve Avusturyalı bilim insanlarına görev verildi. Ve sonrasında Almanya’yı terk etmek zorunda kalmış; ordinaryüs, profesör, doçent, asistan, okutman, yardımcı bilimsel kadro olarak toplam 500-600 civarında Alman bilim insanı aileleriyle birlikte Türkiye’ye iltica etti.
İstanbul Üniversitesi’nin öğretime başlamasından sonraki dönemde toplam 300 kadar Alman bilim insanı İstanbul’a gelmişti. Bunlardan 70 kadarı tıp fakültesinde, hastanelerde görev almıştı. Doktorlar, tıp fakültesi öğretim üyelerinden bir kısmı Ankara’da görevlendirilmişti. Ayrıca Ankara’da yeni kurulan Numune Hastanesi’nde çok sayıda Alman doktora görev verilmişti.
Bugüne gelirsek…
Korona döneminde Almanya’dan aşı haberleri bültenlere düşmeye başlayınca ülkemizde bir sevinç yaşandı. Çünkü Covid-19’a karşı yaptığı çalışma ile gündem olan BioNTech’in kurucusu olan çiftin Türk kökenli insanlar olduğunu öğrendik. Aşı konusunda öne çıkan diğer firmalardan bir tanesi de Moderna. Onun başkanı Nubar Afeyan 1915’de Anadolu’dan sürülen Ermeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş birisi.
Pfizer’in başındaki kişi olan Albert Bourla ise yukarıda bahsettiğim İspanya’dan Osmanlı’ya göç eden Sefarad Yahudilerinden. Albert’in ailesi Yunanistan’da kalmış, diğer akrabalar ise İstanbul’da Koç’la birlikte Arçelik’i kurmuşlar; bugün de hem %17,5 pay sahibi hem de yönetimdeler. Bu ismi geçen 3 şirketin bugünkü piyasa değeri 220 milyar dolar.
İlk üniversite reformunun üzerinden 90 sene geçmiş bu süre zarfında üniversite sayımız 200’ü aşmış. Mesela hukuk fakültesi sayımız neydeyse tüm Avrupa Birliği’ndeki (AB) sayıya yakın. Okullarda 50 bine yakın hukuk öğrencisi okuyor. Ama bu ne bizim iyi bir hukuk sistemine ne de iyi bir hukuk eğitimine sahip olduğumuzun göstergesi. Mimarlık fakültelerimiz sayısı da aynı şekilde tüm AB ile kıyaslanacak seviyede ama şehirlerimizin binalarımız durumu ortada. Üniversite sayısının artmasının hiçbir şey ifade etmediği belli oluyor. Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama 80’lerde söylenmiş bir söz: “Her köye üniversite açarak köyleri şehirleştiremezsiniz ama üniversiteleri köyleştirirsiniz.”
Fikir olması açısından kabaca bazı rakamlara bakarsak, AR-GE yatırımlarının Gayri Safi Milli Hasıla’ya oranı Almanya’da 2.9, İsveç’te 3.4, Finlandiya’da 3,55, İsrail’de 4,0 ve Kore’de 4,5. Ülkemizdeki oran ise 0,9 civarında. Patent başvurularındaki durum ise 2010 yılı verisi olarak AB’de 84.953, Amerika Birleşik Devletleri’nde 241.977 ve Japonya’da 290.081. Türkiye’de ise 3.250 seviyesinde. İhracattaki yüksek teknoloji oranı aynı yılın verileri ile AB %15, ABD %20 ve Japonya %18 iken Türkiye’de ise %2,00.
Uzun sözün kısası, eğri cetvelle düz çizgi çizemezsiniz. Eğri cetvel fikir ve kültürel çeşitlilik ile düzelir, Eğri cetvel demokrasi, adalet, liyakat ve tabii ki aklın ve bilimin önünün açılması ile düzelir…