Uçak inişe geçerken adettendir diyerek gideceğim yere bir de havadan bakayım dedim. Gördüğüm manzara karşısında ağzım açık kaldı.
Bir ada düşünün, kıyısı zift gibi kapkara! Bu kapkara şey, taşı, toprağı, çiçeği, böceği tüm canlıları yutmuş yok etmiş. Üstelik sadece karayı değil okyanusun da bir kısmını yutmuş. Korkunç bir doğa savaşı olmuş aşağıda.
Bu kapkara şeyin, okyanusta dalga dalga nasıl ilerlediğini o kadar net görebiliyorsunuz ki uçaktan. Ama yenememiş okyanusu; bir süre sonra donmuş kalmış…
Lavlardan bahsediyorum; her yere kapkara izini bırakan lavlardan. Okyanusta lavın donduğu yerde suyun rengi önce turkuaz, sonra lacivert olmuş. Kim bilir kaç bin balık ölmüştür bu esnada? Ben henüz bu kapkara manzarayı hazmedememişken uçak dönmeye başladı. Uçak döndükçe karartı yok oldu, yerini bembeyaz bir şeye bıraktı; “Buza!” Bu teknik olarak nasıl olabiliyor? Bir tarafta lavlar karayı cayır cayır yakarken, diğer tarafta su her şeyi nasıl dondurabiliyor? Bir taraf simsiyah, diğer taraf bembeyaz! Cehenneme mi geldim ben? Ne biçim bir yerdi burası? Ne işim vardı benim her an patlamaya hazır 30 tane aktif yanardağın olduğu İzlanda’da? Kaşınmıştım işte; başka cevabım yoktu.
Uçaktan indim, bekle bekle bavulum yok. Hayatımda ilk kez bavulum kayboldu, iyi mi? Üç beş telefon görüşmesinden sonra anlaşıldı ki bavulum İzlanda yerine Hollanda’ya gitmiş. Biraz sabretseydi ya, dönüşte zaten uğrayacaktık! Aksi gibi aktarmalı gittiğim ve elimde eşya taşımak istemediğim için kabanımı da içine koymuştum, Dışarısı buz, gerçek buz! Yani azıcık daha uçsam kutuplardayım.
Bavulum yok, kabanım yok.
İzlanda’da her şey zaten ateş pahası, Avrupa’nın 3-4 katı, hayatta almam buradan mont, ağlayacağım.
Ama ağlamadım tabii. Beni saatlerdir dışarıda bekleyen İzlandalı arkadaşıma dertlendim biraz. Arkadaş dediğime bakmayın; kendisini daha önce toplamda en fazla iki saat görmüşümdür. Ama bana evden mont, eldiven, şapka gibi İzlanda’da temel ihtiyaç sayılabilecek şeyleri ödünç verebileceğini söyleyince, hayattaki en iyi arkadaşlarımdan biri sınıfına giriverdi hemen.
Bir “oh” çektim. Elimdeki bütçeyle yapmayı düşündüğüm şey kesinlikle yeni bir kaban almak değildi İzlanda’da; çok daha güzel planlarım vardı..
Aylardan hazirandı ama hava yine de buz gibiydi. Arabaya bindiğimde ise müthiş yakıcı olan güneş cayır cayır terletiyordu. Hem soğuk hem güneşli; hadi bakalım! Reykjavik’e doğru giderken resmen ürperdim. Yolun sağında ve solunda toprak kabarmış, parçalanmış. Sanki yer yarılmış, biz de yarığın içinden gidiyorduk.
Toprağın bizi yutması an meselesiydi. Yarılmış toprak yetmiyormuş gibi az ilerde yine toprağı delip geçen, dumanlar çıkararak gökyüzüne sıcak su fışkırtan gayzerleri görünce “Vay be!” dedim. Yeraltı sularının magmaya dokunması ile ısınan bu su; ev, otel ve restoranların musluğundan akıyordu. İzlandalılar bu su ile ısınıyor, yemek pişiriyor ve yıkanıyorlar. Otelde musluğu açtığımda odaya yayılan kükürt kokusu beni çok şaşırtmıştı. Dünyadaki en temiz doğal içme suyunun da havanın da İzlanda’da olduğu söyleniyor. Ortalama yaşam süresi sıralamasında 83 yaş ile dünyada yedinci.
Viking kökenli İzlanda’da toplam 300.000 kişi yaşıyor, bunun yarısı başkent Reykjavik’te. Neredeyse hiç göç almayan bu ülkede karşıma çıka çıka “Kebap House” çıktı iyi mi? Ne işin var senin İzlanda’da ey kebap! Limana yaklaştıkça kalp atışlarım hızlanmaya başladı, çünkü birazdan hayatta en çok görmek istediğim şey için ikinci bir yolculuğa çıkacaktım.Önce balina avcı gemilerini gördüm limanda. Hani balina avlamak yasaktı, ne yapıyor bunlar? Balık avlıyorlar dedi arkadaşım.
Külliyen yalan!
Akşam yediğim “whale carpaccio” balina eti Japonya’dan mı gelmişti? Resmen avlıyorlar işte. Ben de balina peşindeydim ama canlı ve okyanusta olanının. Gözümü kapattığımda hep aynı sahneyi hayal ediyordum. Ben teknenin burnunda olacağım, balina dev cüssesi ile atlayacak, kuyruğundan sıçrayan sular suratıma gelecek, Ona o kadar yakın olacağım ki elimi uzatsam neredeyse değeceğim, balina sıçrayıp yeniden suya daldığında tekne sallanacak, düşmemek için bir yerlere tutunacağım. Kalbim küt küt, yıllardır kurduğum bu hayallerle bindim balina seyir teknesine.
Tekne, dünyadaki en büyük ikinci okyanus olan Atlas (Atlantik) Okyanusu’nda açıldıkça açıldı, rüzgar gittikçe sertleşti. Balina görmek uğruna buralarda donup kalacağım diye düşünüp, tir tir titrerken, tekne önce yavaşladı, sonra motorlar durdu. Ne oluyor? Niye durduk? Bozuldu mu tekne? İzlandalı arkadaşım, okyanusun üzerindeki yüzlerce kuşu parmağıyla göstererek: “Balina kuşların altında şu anda” dedi “Besleniyor, artıkları da kuşlar yiyor”. Resmen heyecandan ölmek üzereydim. Sonra bir sessizlik oldu, nefesimi tuttum ve “O” çıktı sudan. Önce solungacını sonra kuyruğunu gördüm. Sevinçten çıldırmak üzereyim, öyle ki okyanusa atlayıp yüzebilirim ona doğru. Sonra yine çıktı ve yine. Yeterince yakın olmadığımız için ne heybetini yeterince algılayabildim ne de ıslandım sıçrattığı suyla. Ama gördüm mü? Gördüm! Türü “Minke whale” imiş bu balinanın. Sonra internette fotoğraflarına baktım yunus benzeri bir balina, boyu ortalama 8 m. Solungacı o kadar küçük ki gövdesini komple çıkarmadığı sürece cüssesini algılamanız çok zor. Olsun gördüm ya; “hayatta en çok görmek istediğimi” tamamdır bu iş!
Görülecekler listesinin, bir numaralı satırının üzerini çizebilirim artık.
Tekneyle dönerken küçücük bir adanın yanından geçtik. Üzerinde binlerce “puffin” yani kutup martısı yaşıyordu. Bir kuş ancak bu kadar tatlı olabilir. Sanki kalemle, özenle çizmişler kutup martısının yüzünü. Al kucağına, öp yanaklarından, o derece! Penguene benzeyen bu şirin kuşlar saatte 80 km uçabiliyor ve 60-70 m dalabiliyorlar. Bırakın beni o adaya, yaşarım ben onlarla.
Akşam yemeği için “Perlan building”e gittik. Su tanklarının ortasına kondurulmuş cam kubbesi ile dışarıdan garip ve soğuk gözüken “Perlan”, hem restoran hem de müze. Akşam yemeği olarak önüme önce yanaklarından öpmek istediği o şirin “Puffin” sonrasında okyanusa atlayıp boynuna sarılasım gelen “Minke whale” gelince moralim bozuldu. Sonra dedim ki “Vejetaryen misin Buket? Besin zinciri işte, yiyeceksin tabii. Hem kuzular balinalardan daha şirin, onları yerken iyiydi ama.
” Ve yedim. Sevdim mi? Hayır! Sadece hayatta kalmak için yedim işte!
Yemek, sohbet, tatlı, kahve, şu, bu… zaman geçiyor geçmesine de… Eee hadi ama! Niye kararmıyor bu hava?
Kararmaz tabii, çünkü haziran ayı İzlanda’nın beyaz geceler dönemi. “Hahayt, ciddi mi? Bir taşla iki kuş vurdum desenize!” Beyaz geceleri görmek için St. Petersburg’a gitmeme gerek kalmadı. Yapılacaklar listemde bir satırı daha çizebilirim.
Beyaz geceler iyi, güzel, hoş da bir de siyah gündüzler de gelmek lazım buraya.
Hava kararınca gökyüzünde “Aurora Borealis” in yani Kutup (kuzey) ışıklarının eşsiz gösterisine şahit olmak, batmayan güneşi görmekten daha ilginç olmalı.
Veee “Game of Thrones” un çekim yerleri: “The Wall” sahneleri Svínafellsjökull Buzulu, Thingvellir Ulusal Parkı ve Mývatn Gölü’nde çekilmiş. Ayrıca dizinin nadide silahı olan lavın soğumasıyla elde edilen “Ejder Camı”nı da yine İzlanda’da bulunabilirsiniz.
“Ateşle buzun dans ettiği ülke” diye tasvir edilen İzlanda gerçekten de insanı hayretler içinde bırakıyor. Artık taşlaşmış olan lavların üzerinde yürüyüş turları, buz tünelleri, mağaraları ve yerleşim bölgesinde pek göremediğimiz ama İzlanda’nın dağlık bölgesindeki muhteşem doğa ve şelaleleriyle, ben macera yaşamak istiyorum diyenler için biçilmiş kaftan.
Yok kalsın, ben böyle iyiyim diyenler için Paulo amca (Coelho) diyor ki, “Macera tehlikeli sanıyorsan, rutini dene; öldürücüdür..”
Şöyle çocuklarınıza anlatacağınız nefes kesen bir iki anınız olsa fena mı olur.
Sevgiyle kalın,