Yıl 1990. Eşimle üç haftalık bir Doğu Avrupa turundayız. Tur deyince öyle hazır paketlerden değil. Serbest program. Nerede akşam, başka yerde sabah. Geceleri ya trendeyiz ya da otobüste. Vardığımız kentler kazan, biz kepçe… Bir dönemin “Doğu Bloku”nu arşınlıyoruz gönlümüzce. Serde gençlik var…
Nikolay Çavuşesku (Nicolae Ceausescu) kurşuna dizileli altı ay olmuş, ilk durağımız olan Romanya Sosyalist Cumhuriyeti’nde. Temeşvar’daki ayaklanmaları yerinde izlerken, bir gözüne kurşun isabet eden gazetecimiz Emre Aygen ile başlıyor Bükreş ziyaretimiz. İstanbul’dan aynı uçakla geliyoruz Bükreş’e ve o dönemin tek düzgün oteli Intercontinental’de misafiri oluyoruz Emre Aygen’in. Şaşılacak bir şekilde, öfke duymuyor Romanya’ya karşı. Kendisine bakan doktora nezaket ziyaretinde bulunmak için dönüyor Bükreş’e.
Sabahın erken saatleriyle beraber, Bükreş sokakları öfke dolu insanların gösteri yürüyüşlerine sahne oluyor. Ellerinde Romanya bayrakları. Ortası delik bayraklar. Kesip attıkları sadece sosyalizmin sembolü değil, kişisel ihtirasları ile halkını ezmiş bir diktatör ve onun baskı dolu Securitate rejimi ile özdeşleşmiş geçmişleri. Gelecek ne olursa olsun, geçmişten daha kötü olamaz bu insanlar için. Ne kadar zor olmalı geçmişini koparıp atmak. Yaşadıkları onca güçlüğe rağmen objektifime iyimser bir tebessümle poz veren insanlar… Binalarda kurşun izleri…
Bir tarafta ise Pentagon’dan sonra toplam kapalı alanı ile dünyanın ikinci en büyük yapısı olan Çavuşesku’nun sarayı. 1001 gece masallarında, lambadan çıkan cinin çölün ortasına kondurduğu dev saraylar bile cüce kalır bunun yanında… Halkı sefalet içinde sürünen bir ülkenin sözüm ona sosyalist lideri, kendine hak görmüş böyle bir ihtişamı. Yaşadığı sonu, her saniyesiyle hak ettiğini düşünüyorum. Her türlü zulme reva gördüğü halkı, yine de merhamet gösterip bir kurşunda bitirdi işini. O günlerin Romanya’sını gören biri olarak, onu ömrünün sonuna kadar karanlık bir zindanda çürütseler az olurdu diye düşünüyorum. Çünkü onun Romanya’sı karanlık bir zindandan farksızdı…
Arnavutluk diye başlayan bir yazıda bunları neden mi anlatıyorum? Çünkü gezdiğimiz Avrupa, bu koşullarda bir Avrupa’ydı. Aradan otuz yıl değil de yüz yıl geçmiş gibi geliyor bugün…
Bükreş’in ardından, şimdiki AB üyesi, o dönemin Halk Cumhuriyeti Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de bir hafta geçirdikten sonra, iç savaşın ne demek olduğunu henüz sadece kitaplardan okuyan ve benim çocuklarımın adını artık sadece kitaplardan öğrenecekleri Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti’ne gidiyoruz. Yoğun ve dolu dolu geçen Belgrad ve Saraybosna gezilerimizden sonra, biraz olsun tatil yapmak için Dubrovnik’e gidiyoruz. Eski Yugoslavya’nın ve bugünkü Hırvatistan’ın en güzel tatil beldelerinden biri burası.
Günlerin yorgunluğunu az da olsa atar atmaz yine sokaklardayız.
Tarihî kent merkezinin trafiğe kapalı caddesi Stradun’da gezinirken bir seyahat acentesinin camındaki ilan gözüme çarpıyor:
“Otobüsle Arnavutluk”
Bu ilan sadece gözüme değil, yüzüme de çarpıyor bir anda. Çünkü inanılır gibi değil! Arnavutluk’a turist olarak gitmek mümkün mü? Bugün vize almadan elinizi kolunuzu sallayarak gidebileceğiniz Arnavutluk için otuz yıl önce aklınızdan bile geçiremeyeceğiniz bir soruydu bu. Kendini tüm dünyadan izole etmiş, tam bir kapalı kutuydu Arnavutluk.
Arnavutluk vizesini alabilmek o dönemlerde bir yıla yakın bir sürüyordu. 1980 yılında National Geographic dergisine makale hazırlamak için gazeteci yazar Sami Kohen ve fotoğrafçı Mehmet Biber Arnavutluk’a gitmişlerdi. Birinin vizesi diğerinden altı ay sonra verilmişti. Bu yüzden de geziyi birlikte gerçekleştirememişlerdi. Aradan sadece 10 yıl geçmişti ve şu anda önümüzde Arnavutluk’a bir turist olarak gitme şansı vardı. Ya vize işi nasıl olacaktı? Belki Yugoslavya vatandaşlarına karşılıklı bir anlaşma ile izin verilmişti. Ya bize? Bu soruların cevabını almak için ertesi günü beklemem gerekecekti. Çünkü günlerden pazar olduğu için acente kapalıydı.
Ertesi sabahı nasıl ettiğimi bilmiyorum ama acente açılmadan çok önce önünde beklediğimi hatırlıyorum…
“Otobüsle Arnavutluk” turu başlayalı, topu topu bir hafta olmuştu ve sadece bir otobüs gitmişti. Üç gün sonra ikinci otobüs gidecekti. Vize konusunu sorarken sesim titriyordu. Cevapla birlikte derin bir nefes aldım: Sadece Yugoslavya vatandaşlarından değil hiç kimseden vize istenmiyordu. Önceki turda Türk vatandaşı olup olmadığını sordum. Olur da sonradan bizi sınırdan çevirmesinler. Acente yetkilisi gerginliğimi fark edip beni temin etti: “Vize yok!”
O üç günü uykusuz bir şekilde geçiriyorum. Biz Dubrovnik’e hesapta gevşemeye gelmiştik. Kapalı kutu Arnavutluk’a gitme fikri ortaya çıkınca adrenalinimiz tepe noktasına varıyor.
Hareket sabahı otobüse ilk binen biziz ve en öndeki yerimizi alıyoruz. Yanımda on makara fotoğraf filmi var. Eşimin makyaj malzemeleri dahil, her tür lüks sayılabilecek eşyamızı ve kot pantolonlarımızı Dubrovnik’teki pansiyonumuzda bırakıyoruz. O yıllarda lüks sayılabilecek tüm malların Arnavutluk’ta yasak olduğu söylenirdi. İçimde büyük bir huzursuzluk var. Her an bir terslik olabilir ve gezi iptal edilebilir gibi geliyor…
Hırvat rehberimiz otobüse bindiğinde soru yağmuruna tutmaya başlıyorum. Onun da sadece ikinci gidişi. İlk turda her şeyin yolunda gittiğini söylüyor. İnanasım gelmiyor…
Karadağ’ın, adı gibi dağlı yollarını aşarak, birkaç saat sonra Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti’nin sınır kapısına geliyoruz. Yolu kesen bir kapı var. Üzerinde Arnavutluk SHC (RPSSh) yazan ve devlet arması olan bu kapı, ülkeyi dış dünyadan ayırıyor. Görünürde tel örgüler ya da başka giriş engelleri yok.
Hırvat rehberimiz Juro pasaportlarımızı toplayarak otobüsten iniyor. Yaklaşık on beş dakika sonra teker teker otobüsten inmemiz isteniyor. Küçük bir sınır karakolu burası. Bizi elimizdeki çantalarla birlikte tek tek içeri almaya başlıyorlar. İlk giren eşim. Arkadan beni çağırıyorlar. Küçük bir koridordan geçerek bir odacığa giriyorum. Gümrük görevlisi pasaportuma bakıp “Türk?” diye adeta haykırıyor. Dizlerim titriyor. Bir terslik olacağından o kadar eminim ki… Bana gülümseyerek “Selamünaleyküm” diyor. “İşte tam bir ajitasyon!” diye düşünüyorum. Sadece kafamı sallıyorum ve çantamı açıyorum. Belki inanmayacaksınız ama eliyle işaret yaparak “çok güzel, çok güzel” diye sesleniyor. Ben inanamıyorum. Çok düzgün bir Türkçe kullanıyor. Bu da mı ajitasyon? “Buyurun” der gibi işaret ederek beni odadan çıkarıyor. Eşime de aynı şekilde “çok güzel” dediğini öğreniyorum…
Bu beklenmedik yakın karşılama, beni ve günlerdir benim gerginliğimi paylaşan eşimi biraz olsun rahatlatıyor. Yaklaşık bir saat sonra otobüsümüz, Arnavut rehberlerimizi de alarak hareket ediyor. İngilizce rehberimiz Zamir ve Fransızca rehberimiz Hülya otobüste yanımıza oturuyorlar.
İnanılır gibi değil. Biz Arnavutluk’tayız! “Kartalın Ülkesi Arnavutluk“ta. Burası 46 yıldır gerçek bir kartal yuvası olmuştu. Sadece Batı ile değil sosyalist ülkelerle de ilişkisini kesmişti. Son dostu Çin bile, Mao Zedong’un ölümünden sonra, Enver Hoca (Hoxha) için revizyonist bir rejimdi. SSCB ile ilişkiler Stalin sonrasında zaten bozulmuştu. Dünyanın tek Stalinist rejimi Arnavutluk, Enver Hoca’nın ardından yönetime gelen Ramiz Alia döneminde eski katı söylemlerini yumuşatmış ve demokratikleşme sözünü telaffuz etmeye başlamış bile olsa, yine de dünyaya kapalı, izole bir ülkeydi. Biz Ramiz Alia’nın Arnavutluk’undayız. Aynı zamanda bu ülkeye ilk giren turistler arasındayız. Turist olarak giren ilk Türkler olduğumuzdan artık eminim.
Türkiye’ye döndükten sonra pasaportumu değiştirmek zorunda kaldım. Çünkü iş için ABD’ye gitmem gerekiyordu. Arnavutluk damgası olan pasaporta, o günlerde ABD vize vermiyordu. Bizim ziyaretimizden kısa bir süre sonra ABD, Arnavutluk ile diplomatik ilişki kurdu.
Fotoğraf çekmek için sabırsızlanıyor ancak çekiniyorum. Bir fabrikanın yanından geçiyoruz. Son derece harap durumda. Dayanamıyorum, “Fotoğraf çekebilir miyim” diye soruyorum. Zamir “Elbette” diyor. Benimle beraber otobüsteki herkes fotoğraf makinelerine sarılıyorlar…
Daha sonra yol kenarlarına kazılmış koruganları çekerken biraz tedirgin oluyorum. Askerleri görünce, “Herhalde çektirmezler” diye düşünüyorum ve tekrar soruyorum. Zamir, tüm otobüse mikrofonla duyuru yapıyor: “İstediğiniz yerde fotoğraf çekebilirsiniz. Yalnız insanlar resimlerinin çekilmesini sevmezler, buna dikkat edin!” Benim bu sırada aklımdan geçen, çıkışta tüm filmlerimizin elimizden alınacağı…
İlk durağımız İşkodra olarak bildiğimiz Shkoder. Burası bir kentten ziyade küçük bir kasaba gibi. Sonradan öğreneceğimize göre Arnavutluk’un üçüncü büyük kenti. Bu ülkede geçirdiğimiz iki günün sonunda şunu anlayacaktık: Aslında tüm Arnavutluk, küçük bir kasabadan farksızdı…
İşkodra, bugünkü Karadağ’ın hemen yanı başında. Latince adı Scutari. Bizim Üsküdar’ın eski adı ile aynı. Tesadüf müdür bilmiyorum…
İşkodra sokaklarında ilk dikkatimizi çeken şey, sokakların bomboş ve etrafın son derece sessiz olması. Araç olmamasını kastetmiyorum. İnsan da yok. Katı bir sosyalist disiplinle herkes işinin başında mı? Yoksa yapacak bir şey olmadığı için mi insanlar sokakta dolaşmıyor. Biraz daha Stalinist (paranoyak) bir tarzda fantezileştirelim: “Acaba biz geldik diye mi ortadan kayboldular?”…
Son faraziyemin ömrü fazla uzun olmuyor: 8-10 yaşlarında çocuklar bir anda etrafımızı çeviriyorlar. Hepsi, ellerini ağızlarına götürerek “gummi, gummi” diye bağırıyorlar. Bir kısmının ayakkabısının olmadığını fark ediyoruz. Bu çocuklar aslında sadece sakız istemiyorlar. Bu çocuklar çok büyük ihtimalle açlar. Ne yazık ki onlara verecek hiçbir şeyimiz yok.
İşkodra’da fazla bir şey olduğunu söyleyemem. Yemek yiyecek yer dahi yok desem inanın abartmış olmam. 46 yıl kendini dışarı kapatmış bir ülkede herhalde turistik tesisler bekleyemezdik. Bunu biraz sonra yemek molası vereceğimiz yol üzerindeki yemekhanede tam anlamıyla anlayacaktım.
İşkodra ziyaretimiz, görebileceklerimizle orantılı olarak, oldukça kısa sürüyor. Yaklaşık bir saat daha gittikten sonra öğle yemeği için mola veriyoruz. Çok acıkmış durumdayım. Köfteye benzer bir şey veriyorlar. Ben tüm açlığıma rağmen kokusuna dayanamıyorum ve yiyemiyorum. Masamızdaki İngilizler, oldukça keyifli bir şekilde yiyorlar. Ben, sert kara ekmeği yemeyi tercih ediyorum.
Merakımı yenemeyip etrafa bakmaya karar veriyorum. Bir anda kendimi mutfakta buluyorum. Kimseler yok ve ortalık tarif edemeyeceğim kadar pis. Çok kötü bir koku var. Bu kokuyu iki gün boyunca hep hissediyorum. Verilen yemeği yemediğime şükrederek hızlı adımlarla mutfaktan çıkıyorum.
Yemekten sonra Dıraç’a Arnavutçası ile Durres’e doğru yola çıkıyoruz. Yol boyu kağnıların üzerinde, köhne traktör römorklarında ve üstü açık kamyonların arkasında yolculuk yapan insanlar görüyoruz. Bu kamyonlar 1950’li yılların Sovyet markaları ve biraz daha yeni sayılabilecek Çin yapımı kamyonlar. Çok nadir olarak, son derece külüstür bir otobüs görülebiliyor.
Köylerin yanından geçerken bizim otobüsümüze çok büyük bir şaşkınlıkla baktıklarını gözlüyoruz. Elbette bu çok doğal. Çünkü o insanlar hayatları boyunca bizim otobüsümüz gibi bir araç görmemişlerdi. Bu onlar için bir uzay aracı kadar olağanüstüydü. Bunu mola verdiğimiz yerlerde otobüsümüzün etrafını çevreleyen ve dikkatle inceleyen insanlardan anlamak kolayca mümkündü.
Kırsal kesimde bir başka gözlemimiz, 7-8 yaşlarında bir çocuğun, elindeki çapa benzeri sivri uçlu bir aleti, eşeğine son derece acımasızca vurması oluyor. İçimiz burkuluyor. Bu kadar küçük bir çocuğun, nasıl olur da bir canlıya karşı böylesine bir öfkesi olabilirdi. Bu sertlik, öfkeden değilse başka ne ile açıklanabilirdi. Bu durumu bugüne kadar çözebilmiş değilim.
Adriyatik Denizi görünüyor ve Dıraç’a varıyoruz. Burası Arnavutluk’un liman kenti. İşkodra’ya göre biraz daha canlı olduğu söylenebilir. Anladığımız kadarıyla aynı zamanda Arnavutluk’un sayfiye kenti. Bize ayrılmış Adriatik Oteli’ne yerleşiyoruz. Deniz kenarında, 1950’li yılların Sovyet mimarisi ile inşa edilmiş, belki de Arnavutluk’un özel konukları için tasarlanmış tek turistik oteli. Odamızın denize bakan bir balkonu var. Ancak biz balkon keyfi yerine, sokakları arşınlamayı tercih ediyoruz.
Hava kararmadan önce bol bol fotoğraf çekmeye çalışıyorum. Fotoğraf çektiğim yerlerde insanlar mutlaka ya arkalarını dönüyorlar ya da yüzlerini kapatıyorlar. Birkaç çocuk dışında kimseyi fotoğraf çekmeye ikna edemiyorum. Zamir, sözlerinde haklı çıkıyor.
Belki de hayatlarında ilk kez yabancı görenler, bizim her hareketimizi dikkatle gözlüyorlar. Çok ünlü bir kişi sokakta gezinirken ne hissediyorsa, biz de aynı şeyleri hissediyoruz.
,Dondurma alalım diyoruz, satıcı kadın bizden para almıyor. Gazetecide Zeri i Popullit (Halkın Sesi) gazetesini istiyorum, satıcı paramı geri çeviriyor. Partizan, 1 Mayıs gibi adları olan sigaralardan hatıra olarak almak istiyorum. Hem satıcı para almak istemiyor hem de yanımıza ilişen bir adam parasını uzatarak veriyor. Bizi ağırlamak, bize bir şeyler ısmarlamak istiyorlar. Bu davranışlar Arnavut halkının ne denli sıcak kanlı ve konuksever olduğunu gösteriyor. Belki de dış dünya insanlarına karşı olan özlemlerini ifade ediyor. Aynı yakın ilgiyi eşimle bir önceki yıl ziyaret ettiğimiz Makedonya’daki Arnavutlardan da görmüştük. Türklerle 400 yılın üzerinde yaşamış bir toplum Arnavutlar. Kendilerini bize yakın hissetmeleri elbette çok doğal.
Aslına bakarsanız Arnavut halkının kökü de çok ilginç. Avrupa’nın en eski uluslarından biri. M.Ö. 2000 yılında Balkanlara yerleşen İliryalıların soyundan geliyorlar. Garip olan, diğer Avrupa halkları ile hiçbir akrabalığı bulunmayışı. Arnavutça bir Hint-Avrupa dilidir, ancak hiç bir gruba girmez. Başlı başına bir gruptur. Yalnız hemen belirtmeliyim ki, bize çok uzak olan bu dilde binin üzerinde Türkçeden geçmiş sözcük var. Bunların çoğu Arapça ve Farsça kökenli ama onlar bu sözcükleri Türkçe olarak biliyorlar.
Arnavutların dinî yapısı da hayli ilginç. Halkın yüzde 70’e yakını Müslüman ve bu kişilerin isimleri Arapça ya da Türkçe kökenli. Yüzde 20’si Ortodoks ve kalan yüzde 10’u ise Katolik. Bizim bulunduğumuz dönemde tek resmî din vardı: Ateizm. Dünyada ateizmi resmi olarak kabul eden tek ülkeydi. Bu nedenle de tüm cami ve kiliseler kapalıydı. Çoğu ibadethane ya ambar ya da depo olarak kullanılıyordu. Ancak 1990 yılı sonunda açılmaya başladılar.
Dıraç’ta akşam yemeğini otelimizde veriyorlar. Bu defa da menüde köfte var ama bu gerçekten lezzetli. Yemeğin üzerine Türk kahvesi ikram ediyorlar. Otelin barındaki televizyonda İtalyan kanalının gösterildiğini fark ediyoruz. “Buna izin veriliyor mu?” diye soruyoruz. “İzin verilmesine ne gerek var, karşı kıyı İtalya. Dıraç’ta herkesin televizyonu İtalya’yı çeker” diyorlar. Hatta bu arada barmen bize İtalyanca bir şarkı söylüyor. İtalyancayı çok sevdiğini ifade ediyor. Bu barmenin daha sonra gemiyle İtalya’ya kaçan Arnavutlar arasında olduğundan eminim!
Kahvelerimizin ardından Hülya ve Zamir ile açık hava kafesinde derin bir sohbete dalıyoruz.
Sohbetimiz, Arnavut edebiyatından tutun da, yemeklere, gündelik yaşama, spora ve elbette ki siyasete kadar uzayıp gidiyor. Daha sonra meraklı bir şekilde Juro’nun da aramıza katılmasıyla kaç şişe Skanderbeg konyağı içildi hatırlamıyorum.
Gün boyu dikkatimi çeken, Arnavutluk’ta benden başka sakallı birine rastlamamam oluyor. Bunu Zamir’e “Sizde sakal bırakmak yasak mı” diye soruyorum. “Yasak değil ama sevilmez” diyor. Oysa Marx ve Lenin’in sakallı olduklarını söylüyorum, o da “Ama Enver Hoca ve Ramiz Alia sakallı değiller” diye yanıtlıyor. Gülüşüyoruz.
Konu milliyetçilikten açılıyor. Arnavut milliyetçiliğinin uyanmakta olduğunu bir yıl önce Makedonya’da görmüştüm. Oradaki Arnavutlar “Büyük Arnavutluk” hayal ediyorlardı. Onlarla kendilerini nasıl konumladıklarını sorduğumda “Onlar bizim bir parçamız, bir gün mutlaka birleşeceğiz ve bu birleşme Arnavutluk’ta olacak” yanıtını almak beni oldukça şaşırtıyor. Bu o döneme göre çok cesur bir yanıt. “Peki kendinizi onların gerisinde kalmış hissetmiyor musunuz” diye soruyorum. “Biz kimsenin gerisinde kalmadık, biz sadece kendimiz olarak kaldık” cevabı geliyor.
Bu sözlerden ben şu sonucu çıkarıyorum: Bir Arnavut fakir olabilir ama gurursuz asla!
Arnavutların kendilerine ait tarihlerinden söz etmek zor. Bilinen bir tek kahramanları var: Onların Skanderbeg dedikleri İskender Bey. Ülkesinde birliği sağlayan ve 1443-1468 yılları arasında Osmanlı’ya karşı ülkesini savunan kahraman. Kısaca hikayesi şöyle:
Osmanlı’nın devşirip ordusunda eğittiği ve İskender Bey adını verdiği Gjergj Kastrioti’ye, Sultan II. Murat, Paşa rütbesi verir ve Arnavutluk’a vali olarak atar. Ancak o bağımsız Arnavutluk’u hayal etmektedir. Tekrar Hıristiyanlığa döner. Osmanlı ordusundaki diğer Arnavut subayları da toplayarak Kruje’de kendi gücünü oluşturur. II.Murat, İskender Bey’e karşı yapılan seferden netice alamadan dönerken ölür ve tahta II.Mehmet geçer. Fatih Sultan Mehmet, Kruje’yi almak üzere 23 sefer düzenler fakat bir türlü ele geçiremez. Fatih’in dahi, İskender Bey’i bir kahraman olarak kabul ettiği belirtiliyor. İskender Bey 1468’de eceliyle ölür. Arnavutlar 12 yıl daha yurtlarını savunurlar, ancak 1480’de Osmanlı hakimiyetine girerler.
Papalık da, İskender Bey olmasa İtalya yarımadası Osmanlı’nın eline geçebilirdi gerekçesiyle kendisini kahraman ilan eder. Bu anlamda, Hristiyanlığın koruyucusu olarak da sembolleşir.
Bu bilgilerin bir kısmı Hülya ve Zamir’den, bir kısmı yazılı belgelerden. Bizim sohbetimiz gecenin geç saatlerine kadar sürüyor. Onların da elbette Türkiye hakkında merak ettikleri pek çok şey var. Ama asla kendilerini bir yabancı özentisi olarak göstermek istemiyorlar.
Ertesi sabah erkenden Tiran’a doğru yola çıkıyoruz. Yolda çok ilginç bir olaya tanık oluyoruz. 9-10 araçtan oluşan eskortlu bir konvoy bizim ters istikametimizde yanımızdan geçiyor. Bunun Arnavutluk’a giren ilk Amerikan heyeti olduğunu öğreniyoruz. Hangi düzeyde bir ziyaret olduğu söylenmiyor. Daha önce belirttiğim gibi ABD’nin o tarihte Arnavutluk ile diplomatik ilişkisi bulunmuyordu.
Bizim Arnavutluk’ta bulunduğumuz 1990 Temmuz ayı içerisinde SSCB ile de diplomatik ilişki kurulduğunu öğreniyoruz.
Tiran’da akşama kadar zamanımız var. İlk işimiz şehrin en bilinen yeri olan Skanderbeg Meydanı’nı gezmek. Bu meydanda Tarih Müzesi, Skanderbeg Anıtı, Osmanlı’nın inşa ettiği Ethem Bey Camii, Kulla i Sahatit (Saat Kulesi), Tiran Oteli, Opera ve Bale Tiyatrosu, Arnavutluk Devlet Bankası ve yanında da dev boyutta bir Enver Hoca heykeli var.
Koskoca meydanda olmayan şey ise arabalar. Tiran’da da sokak ve caddeler boş. Çok eski, her tarafı dökülen otobüsler çalışıyor. At arabaları ve bisikletliler var. Şaşılacak bir şekilde, arada sırada resmî plakalı bir Mercedes geçiyor. Geçirdiğimiz iki gün içinde Mercedes’ten başka marka araç pek görmedim diyebilirim. Onların da sayısı beşi geçmez. Amerikalıların konvoyu hariç…
Ethem Bey Camii’nin kapalı ve bakımsız olduğunu fark ediyoruz. Saat kulesine çıkalım diyoruz ama orası da kapalı.
Bir para koleksiyoncusu olarak yıllardır yazıştığım, Arnavut Devlet Bankası’nın nümismatik bölüm müdürü Shpresa Lubonja’yı görmek için bankaya giriyoruz. Kendisinin izinde olduğunu öğreniyoruz. Bankada yanımıza yanaşan bir adam bizden yüz dolar satın almak istiyor. Resmî kurun on katını teklif ediyor. Ben resmî kurdan bozdurduğum on doları nasıl harcayacağımı bilmiyorum. Satın alabilecek hiçbir şey yok ki. Hediyelik eşya bile bulamıyorsunuz. Ayrıca elinizde kalan leklerle tekrar döviz almanız da mümkün değil. Çünkü ülkede döviz satışı yok.
Enver Hoca’nın iki yıl önce meydana dikilen dev heykeli önünde resimler çekiyoruz. Bu en az 5-6 katlı bir bina yüksekliğinde bronz bir heykel. Biz meydanda resimler çektikçe etrafımızda insanlar şaşkın ifadelerle bizi seyrediyorlar. Belki de bir heykelin fotoğrafı niçin çekilir onu düşünüyorlar. Hayatlarında turist görmemiş insanlara, bizim davranışlarımız kuşkusuz çok garip geliyor…
Skanderbeg Meydanı’nın her tarafını gezip resimlerini çektikten sonra Enver Hoca Anıt Müzesi’ne doğru yürümeye başlıyoruz. Tiran’da hemen her yere yürüyerek gitmeniz mümkün. Çok küçük bir şehir. Skanderbeg Anıtı’nın arkasında kalan parti ve hükümet binalarının ortasından Enver Hoca Tiran Devlet Üniversitesi’ne doğru uzun bir yol gidiyor. Enver Hoca Anıt Müzesi’nin bu yol üzerinde olduğunu öğreniyoruz. Yol üzerinde Lenin ve Stalin heykellerinin bulunduğu tekstil fabrikasını görüyoruz. Bir Stalin heykelini hayatımda ilk kez burada görüyorum.
Enver Hoca müzesine ulaştığımız zaman karşımıza çıkan manzara gerçekten şaşırtıcı. Burası son derece modern bir biçimde, konik bir piramit olarak tasarlanmış. Farklı boyutlarda mermer bloklar bu asimetrik piramidi oluşturuyor.
Giriş için bilet gişesine gidiyoruz. Gişe görevlisi bizden dolar istiyor. “Bu ülkenin para birimi lek değil mi” diye kızıyorum. Sinirlenmem karşısında bizden lek almayı kabul ediyor.
Bu anıtın, Enver Hoca’nın mimar kızı tarafından, 1988 yılında yaptırıldığını öğreniyoruz. Burada Enver Hoca’nın özel eşyaları ve Arnavutluk devrimini anlatan belge ve kitaplar yer alıyor. Enver Hoca ölümünden 3 yıl sonra buraya gömülmüş.
Tiran’da bile konutların harap, bakımsız ve son derece yoksul oldukları gözlenirken, böylesine görkemli bir yapının anıt müze olarak yapılması insanda son derece olumsuz duygular uyandırıyor.
Anıt müzeden çıktıktan sonra Tiran’ın arka sokaklarına dalıyoruz. Gerçekler buralarda. Evler tuğladan yapılmış ve sıvasız. Çok çirkin bir manzara var. Daha sonradan Enver Hoca’nın bahçeli bir villada yaşadığını öğrenmek beni bir kez daha çileden çıkarıyor. Hem de Beverly Hills’de gördüğüm villalara taş çıkaracak cinsten lüks bir villada.
Mahalle aralarında dolaşmaya devam ediyoruz. Girdiğimiz bir bakkalda donup kalıyoruz. Raflarda bulunanlar şeker, kaya tuzu, un, makarna, kara sabun kalıpları, jilet ve diş macunu. Hiçbir yerde manav ya da kasaba rastlayamıyoruz.
Arka sokaklarda çok küçük dükkanlar var. Ayakkabı tamircisi, yorgancı, saat tamircisi, dondurmacı. Buralarda çalışan insanlar bizimle diyalog kurmaya çalışıyorlar. Türk olmamız onları heyecanlandırıyor. Bize mutlaka “Selamünaleyküm” diyorlar. Türkiye’yi soruyorlar bozuk bir Türkçe ile. Bazıları Arnavutça konuşuyor bizimle ama çok ortak kelime olduğu için ne dediklerini az çok anlıyoruz. Bunlar Müslüman Arnavutlar ve Türklere büyük sempati duyuyorlar. Hristiyan Arnavutların Türkiye’ye aynı sempatiyi duyduklarını söyleyemem.
Akşama doğru Tiran’dan sınıra doğru hareket ediyoruz. Otobüsün içinde sessizlik hakim. Sadece biz değil, arkadaşlık kurduğumuz diğer yabancılar da konuşmadan oturuyorlar. Ya her yerde gördüğümüz sessizlik hepimize yansıdı ya da gördüklerimiz bizi öylesine rahatsız etti ki ağzımızı bıçak açmıyor.
Hülya ve Zamir de, bir gün önceki kadar neşeli değiller. Biraz sonra onlardan ayrılacağız. Biz alıştığımız renkli dünyalarımıza geri dönerken, onları o sessiz ve renksiz dünyalarında yalnız bırakacağız.
Arada bir yaptığımız küçük sohbetlerle sınıra ulaşmamız fazla sürmüyor. Pasaport kontrolü artık hiç de tedirgin etmiyor. Yalnız girerken bozdurduğum on doları harcayamadığım için Arnavutluk leklerini yanımda çıkarmak zorunda kalıyorum. Gümrük görevlisine söylüyorum. “Problem yok” diyor. Aslında ülke dışına lek çıkarmak o güne kadar kesinlikle yasaktı.
Pasaport kontrolü kısa sürede tamamlanıyor. Juro hepimizi otobüse çağırıyor. Hülya ve Zamir’den ayrılmak bize çok zor geliyor. Uzun uzun sarılıp öpüşüyoruz ikisiyle de. Otobüse son binenler biz oluyoruz. Hüzünlü gözlerle bize uzun süre el sallıyorlar. Sanki bu ülkeyi ve bu insanları yıllardır tanıyoruz. Ayrılmamız çok zor oluyor.
Otobüsümüz kapıyı geçiyor ve sınırdaki asker kapıyı arkamızdan kapatıyor. Hülya ve Zamir orada kalıyorlar…
Biz Yugoslavya’dayız artık. Otobüs yaklaşık yüz metre ötede pasaport kontrolü için tekrar duruyor. Biz hemen otobüsten inip geriye bakıyoruz. Hülya ve Zamir hâlâ bize el sallıyorlar…
O anı, ne anlatmak, ne de bir kez daha yaşamak mümkün. İçimde tüm tazeliği ile kalmış olsa dahi, o an hissettiklerimi sözcüklerle ifade edemem. Sadece eşimle birbirimize sarılıp göz yaşlarımızı tutamadığımızı söyleyebilirim…
Döndüğümüz yer olan, Yugoslavya’nın en geri kalmış bölgesi Karadağ Cumhuriyeti bile Arnavutluk’tan sonra, gelişmiş bir Batı ülkesi gibi görünüyor gözümüze. Sessizliğin yerini kıvrak şarkılar, donuk sokakların ve boş dükkanların yerini renkli vitrinleri ışıldayan mağazalar alıyor bir anda.
Tarih gösterdi ki, Arnavutluk’ta tanık olduğumuz bu derin sessizlik aslında kelimenin gerçek anlamıyla fırtına öncesi sessizlikmiş.
Bizim temmuz ayında yaptığımız ziyaretin ardından bakın neler oldu:
Temmuz 1990’da Ramiz Alia Arnavut vatandaşlarının pasaport alma hakkını veren kararnameyi yayınladı.
Ağustos 1990’da dış ticareti yasaklayan kanun yürürlükten kaldırıldı.
Aralık 1990’da Tiran merkezindeki Stalin heykelleri yerlerinden sökülerek tahrip edildi.
Şubat 1991’de Enver Hoca’nın Skanderbeg Meydanı’ndaki dev bronz heykeli öğrenciler tarafından devrilerek, başı Enver Hoca Tiran Devlet Üniversite’sine kadar yerlerde sürüklendi.
Üniversitenin adından Enver Hoca’nın isminin atılmasını talep eden öğrencilerin istekleri birkaç saat içinde hükümet tarafından kabul edilerek Tiran Üniversitesi olarak değiştirildi (Zeri i Popullit – Halkın Sesi 17.04.1991).
Nisan 1991’de ülkenin adı Arnavutluk Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Aynı ay, Ramiz Alia yeni Arnavutluk’un ilk cumhurbaşkanı seçildi.
Ekim 1991’de Arnavutluk, IMF, Dünya Bankası ve EBRD’ye üye oldu.
Aralık 1991’de Enver Hoca’nın eşi Necmiye Hoca (Nexhmije Hoxha) tutuklanarak cezaevine konuldu.
Ocak 1992’de binlerle ifade edilen insan yığınları, ülkeden kaçmak için İtalyan gemilerine hücum ettiler. Yüzlercesini İtalya göçmen olarak kabul etti. Binlercesi Arnavutluk’ta kaldı…
Mart 1992’de yapılan ilk demokratik seçimde Arnavutluk Demokratik Partisi zaferle çıktı.
Nisan 1992’de Ramiz Alia istifa etmek zorunda kaldı. Sali Berisha Arnavutluk’un ilk demokratik Cumhurbaşkanı olarak seçildi.
Aralık 1992’de NATO üyeliği için başvuruda bulundu.
Gördüğünüz gibi baş döndürücü bir değişim yaşandı Arnavutluk’ta. Daha pek çok çalkantı yaşandı son on yılda. Bunlar çok uzun tutacağı için burada anlatmayacağım. Benim gözümde neler değişti onu anlatacağım.
1997 yılı sonunda tekrar gittim Arnavutluk’a. Bu kez, değişimi kendi gözümle görmek için.
O sessiz sakin Tiran sokakları vızır vızır arabalarla dolmuştu. Tiran, trafik lambaları ile tanışmıştı. At arabaları ve bisikletler hala vardı. Ama insanlar artık kamyonların arkasında seyahat etmiyorlardı.
Skanderbeg Meydanı’ndaki Ethem Bey Camii’nden ezan okunuyordu. Cami onarılmıştı. Saat Kulesi’ne çıkılabiliyordu. Meydanın ortasına küçük bir lunapark kurulmuştu. Ben meydanda fotoğraf çekerken artık kimse bana uzaydan gelmişim gibi şaşkın gözlerle bakmıyordu.
Her köşede rahatça döviz bozdurup, satın alabileceğiniz döviz büroları vardı.
Dört bir tarafta kafeler, börekçiler, pastaneler, açılmıştı. Mağazalar, Türkiye, Yunanistan ve diğer Avrupa ülkelerinden gelen mallarla doluydu. Sokaklarda bizdeki gibi pazarlar kuruluyordu. Görüldüğü kadarıyla her tür sebze meyve bulunuyordu. Ayrıca mahalle kasapları açılmıştı.
Eskiden tek tük resmî plakalı Mercedes görünürken şimdi tüm taksiler Mercedes olmuştu. Bunlar Avrupa’dan gelen ikinci el arabalardı. Apartmanlar hala sıvasızdı ancak her balkondan bir uydu anteni uzanıyordu. Pek çok yeni bina inşa ediliyordu.
Enver Hoca Anıt Müzesi boşaltılarak modern sanatlar müzesi haline getirilmişti. Enver Hoca da oradan alınarak başka bir yere gömülmüştü. Amerikan Büyükelçiliği’nin kütüphanesi de bu yapının içinde kendine bir yer bulmuştu.
Ramiz Alia defalarca, farklı nedenlerle tutuklanarak hapse girmişti.
Uluslararası raporlarda 1990-1995 yılları arasında 400,000 Arnavut’un Batı ülkelerine iltica ettikleri belirtiliyordu. Bu 3,5 milyon nüfuslu bir ülke için önemli bir rakam.
Geçmişinde demokrasi geleneği olmayan sosyalist ülkeler, adına demokratikleşme denen serbest pazar ekonomisine geçiş sürecini, sosyalist dönemin lider kadroları ile gerçekleştirdiler. Liderler, dün lanetledikleri sistemleri, bir anda savunan kişilere dönüştüler. Kendilerine yakın çıkar gruplarına imtiyazlar vererek sistemin ihtiyaç duyduğu sermaye sahiplerini yetiştirdiler. Bu süreçte, istismar, yolsuzluk ve rüşvet oyunun kuralı haline geldi. Para ile satın alınan bir adalet sistemi ve devlet mekanizması oluştu. Bu durum eski Sovyet cumhuriyetlerinde hissedilir şekilde yaşandı.
Katı bir dikta rejiminden çıkan Arnavutluk’ta da durum farklı olmadı. Bir dönem tam bir gangster cenneti olmuştu. Her tür kaçakçılığın kalesi olarak gösteriliyordu.
1997 yılında yaşananları tarih kitapları iç savaş olarak niteliyor. Huzursuz bir ortam vardı. Bu ortam beni de etkiledi. Bir haftalığına gittiğim Arnavutluk’tan üç gün sonra geri döndüm. Eski buruk tadı kalmamıştı Arnavutluk’un. Elbasan ve Korçe’ye de gitmeyi planlıyordum fakat o gezilerimi de iptal ettim. Belki artık her şey bulunuyordu ancak o günlerin fakir ama gururlu, mağrur insanları sanki yok olmuşlardı. Ortalık fırsatçı kaynıyordu. Para ve ticaret adeta bir ulusun karakterini değiştirmişti. Bana bir paket sigara ısmarlayacak ya da bir dondurma ikram edecek kimse yoktu artık.
Ben Tiran’dan ayrılırken buğulu gözleriyle bana el sallayacak ne bir Zamir vardı ne de bir Hülya… Onlar çok gerilerde kalmışlardı…
Ama Arnavutluk’a olan sevdam hiç bitmedi. 2009 yılında koleksiyoner dostum Osman Onat ile birlikte gittik. Ülke çok değişmişti. 1997 yılındaki karmaşa artık yoktu. İnsanlar çok daha huzurluydu. Skanderbeg Meydanı’ndaki lunapark kaldırılmıştı. Şimdi meydan yoğun bir araç trafiğinin merkezi konumundaydı. Eskiden Enver Hoca Anıt Müzesi olan yer harabeye dönmüş metruk bir yapı halindeydi. Ayı’nın Sofrası adında çok ün kazanmış bir restoranda canlı müzik eşliğinde mükemmel bir akşam yemeği yedik. Grubun çaldığı Üsküdar şarkısı gözlerimizin dolmasına neden oldu. Arnavutluk Devlet Bankası’nın adı Arnavutluk Bankası olarak değişmişti. Para bölümünün başında Shpresa Lubonja bulunuyordu. Bizi çok sıcak karşıladı ve yakından ilgilendi. Enver Hoca’nın villasının karşısında küçük bir ofisi olan Niko sayesinde koleksiyonumuza çok değerli parçalar kazandırdık. Niko bizi büyük bir sevecenlikle karşıladı ve dostça ağırladı. İki yıl sonra aramızdan ayrıldığını öğrenmek bizi yasa boğdu.
2019 yılında ailemle birlikte Dıraç’ta tatil yaptık. Yarım saat mesafede olan Tiran’ı da gezdik. Bambaşka bir şehir olmuştu. Skanderbeg Meydanı artık araç trafiğine tamamen kapatılmıştı. Tiran eskisi gibi küçük bir kasaba değildi artık. Modern bir şehir görünümündeydi. Büyük oteller, camiler ve alış veriş merkezleri yapılmıştı. Arnavutluk Bankası’nda Para Müzesi açılmıştı. Müzenin müdürü kadim dostum Shpresa Lubonja’dan başkası değildi. Benimle ve ailemle çok yakından ilgilenerek müzeyi gezdirdi. Birlikte fotoğraflar çektirdik. Ülke genelinde insanların dış görünüşleri de davranışları da artık Avrupalılardan farksızdı. Dıraç’ta çok güzel bir apartmanda kaldık ve ev sahibi Andi ile çok samimi bir dostluğumuz oldu. Oturduğumuz semtteki esnafla arkadaşlıklar kurduk. Kendimizi kırk yıldır orada yaşıyormuşuz gibi hissettik.
Şimdi Arnavutluk’a tekrar ne zaman giderizin hesaplarını yapıyoruz…