Eski Ahit’e göre, Kudüs’ün kurucusu Davut, Yahudi kralı Şaul’un Filistinliler ile yaptığı savaşta, sapanıyla attığı taşla dev Golyat’ı yener ve kafasını keser.
Davut ile Golyat’ın savaş arenasındaki bu ünlü düellosunun geçtiği hikaye, dev gibi olanların gerçekte göründükleri kadar güçlü olmadıklarını, kesinlikle yenilmez gibi görünenlerin de yenilebileceklerini anlatır. Burada anlatılmak istenen de, devleri çok güçlü gösteren tüm özelliklerin, aynı zamanda zayıflıklarının da kaynağı olabildiğidir. Bu nedenle, çok güçlü görünen bir devin karşısına çıkma cesaretini gösterenler, kimi zaman küçük bir strateji, bir atak ya da beklenmeyen bir hamle ile galip gelebiliyor; devi yenebiliyorlar.
Bugünlerde, özellikle Batı basınında giderek artan bir tempoyla gündeme gelen Çin odaklı gelişmelerin bir boyutunu da, uzun zamandır var olan, ancak şimdi olduğu kadar gündemin ön sıralarına çıkmayan, “Çin – Tayvan gerginliği” oluşturuyor. Ana karadaki dev ülke Çin ile, ayrılıkçıların toplandığı, ana karaya göre “minyatür” denilebilecek boyuttaki ülke Tayvan arasında “askeri hareketler” de gündemin üst sıralarına doğru yükseliyor; öyle ki, bazı yayın organlarında karşılıklı olarak yapıldığı belirtilen askeri yığınaklardan da söz ediliyor. Durum bu noktalara tırmanınca da, “ana kara” ile “adacık” arasındaki bu gelişmeler gündeme “Davut ile Golyat” öyküsü anımsatılarak getiriliyor.
Aslında Çin ile Tayvan arasında 1940 yılındaki iç savaştan itibaren süren bu gerginlik, özellikle “Soğuk Savaş” döneminde ABD ve diğer Batılı ülkeler tarafından oldukça etkin bir şekilde kullanıldı. Ancak, Çin’deki Komünist Parti iktidarına karşın, özellikle Mao’nun ölümünden sonra hız kazanan kapitalist dönüşüm, bu çıban başını da her iki ülkeye akan dolarlar yumuşatmıştı. Çin’de devlet kontrollü bir ekonomi içinde baskılanan ücretler ve dolayısıyla fiyatlar, bu dev ülkeyi diğer kapitalist ülkelere göre oldukça ucuzlatıyordu.
“Aman dostum, burası tam bir ucuz emek cenneti”
Elbette, ülke içindeki fiyatların düşüklüğü başkalarını pek ilgilendirmese de, ücretlerin düşüklüğü kapitalist dünyada büyük bir “nimet” kabul ediliyordu. Çok iyi eğitimli iş gücü, gerek geleneksel, gerekse uzun yıllar Komünist Parti yönetiminde tam bir disiplin içinde çalışıyor; ancak, Batılı rakiplerine göre oldukça düşük ücret alıyordu. Kısacası, “Aman dostum, burası tam bir ucuz emek cenneti”ydi.
Dolayısıyla, özellikle dijital teknolojinin tırmanışa geçtiği ilk yıllardan bu yana, hem ana kara Çin’i, hem ada Tayvan’ı devasa Batılı şirketlerin üretim alanına dönüşüvermişlerdi. Çin’deki üretimleriyle devleşen batılı şirketlerden hemen sayılabilecekler arasında Apple, Intel, Dell Computer, Texas Instruments ve merkezleri ABD ya da Avrupa’da olan çok sayıda şirketi saymak mümkün.
Kapitalist dünya ile bu denli iç içe olan bir ülke de, istediği kadar Komünist Parti yönetiminde olsun, başkalarını dahi kıskandıracak kadar hızla sermaye birikimini sağlayıp, kendi büyük şirketlerini oluşturdu elbette. Bu şirketlerden de birkaç örnek verecek olursak, DJI Innovations, Haier, Xiaomi, Lenovo, Huawei, Datang Telecom, elektrikli araç üreticisi NIO, Huawei, JD.com, China Mobile, Alibaba Group Holdings Ltd. ve Tencent Holdings Ltd. gibi devleri sayabiliriz.
Çinli firmalar da boş durmuyor, yeni pazarlara akın ediyor
İşte bu gelişmeler sürerken, doğal olarak Çin artık yalnızca ucuz iş gücü kaynağı olmaktan çıkıp, dev kapitalist ülkelerin şirketleriyle de boy ölçüşebilecek düzeyde şirketlere de sahip bir dev kapitalist ülke düzeyine yükseliverdi; kısacası, artık bu dev ülke aynı zamanda dev bir rakip oluverdi. Bu durum elbette son yıllarda, farklı ülkelerde ve boyutlarda kısıtlamalara kadar uzanan bir mücadeleye dönüştü. Huawei ve Xiaomi ve başka Çinli firmaların faaliyetleri, “casusluk” ve başka nedenlere dayanılarak kısıtlanmaya başlandı ve bazı ürünlerin satışlarına sınırlamalar getirildi. Kısacası, küresel kapitalizm yeni geleni yanında istemiyordu ve bu durum giderek öne çıkıyor, farklı alanlarda, farklı tepkilerle sınırlayıcı oluyordu. Elbette Çinli firmalar da boş durmuyor, yeni pazarlara akın ediyor, büyümeyi sürdürüyordu.
Özellikle son dönemlerde bu karşılıklı el ense çekmelerde artış yaşanmaya başladı ve özellikle Batı’nın kapitalist dünyası olağanüstü çabalarla yeni rakiplerinin yollarını kapatmaya çalışır duruma geldi. Özellikle de, Ukrayna savaşı sonrası yalnızlaşan Rusya ile yakınlaşması da Çin üzerine yeni şimşeklerin çekilmesine neden oldu.
Son dönemde, özellikle batı ülkelerinin medyasında art arda çıkan haberlerde, “Çin kıtada (Avrupa) nüfuzunu yaymaya devam ederken Avrupa ‘tam bir inkâr’ içinde. En azından Çek Dış Etki Uzmanı ve Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Věra Jourová’nın özel danışmanı Ivana Karásková’nın acil ve net görüşü bu yönde” gibi yorumlara da yer veriliyor.
“Komünist gücün siyasi ve ekonomik nüfuz arayışları”
Ayrıca, geçen temmuz ayında Birleşik Krallık Parlamentosu İstihbarat ve Güvenlik Komitesi, “Çin’in ülkeye yönelik tehdidi ve Komünist gücün siyasi ve ekonomik nüfuz arayışları”na ilişkin kapsamlı bir rapor yayınladı. Komite, Çin’in “Birleşik Krallık ekonomisinin her sektörüne başarılı bir şekilde nüfuz ettiğini” ve “Hükümetin Çin’in parasını almaya çok hevesli olduğunu ve Çin’in el çabukluğunu izlemediğini” tespit etti.
Birleşik Krallık Parlamentosu İstihbarat ve Güvenlik Komitesi Başkanı Sir Julian Lewis, 13 Temmuz’daki konuşmasında, “Çin, küresel faaliyetlerinin neredeyse tamamını ABD ile Çin arasındaki mücadele bağlamında görüyor ve dolayısıyla Birleşik Krallık’ı da temelde böyle kabul ediyor. Çin, ABD’den ayrılabileceğini düşündüğü ülkeleri ayırmayı arzuluyor ve bazen hangi ülkelerin bu muameleye yatkın olabileceği konusunda güneşli bir iyimserliğe sahipler. Birleşik Krallık ile yaşadıkları en büyük sorunun bu olduğunu söyleyebilirim” dedi.
Söz konusu rapora karşın, İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın, İngiliz hükümet yetkililerini Çin hakkında “düşman devlet” terimini kullanmamaları konusunda da uyardığına dikkat çekiliyor. Buna göre Dışişleri Bakanlığı, bu terimin danışmanlar, devlet memurları ve bakanlar arasında e-posta ve WhatsApp ile yapılan yazışmalarda ve belgelerde de kullanılmaması gerektiğini söyledi.
“Bütçelerin büyüklükleri aslında tam olarak belirlenemiyor”
Almanya’da yayımlanan haberlerde de, “Hassas teknolojik ve askeri alanlar da dahil olmak üzere, Almanya ve Çin arasındaki araştırma işbirliğinin en yüksek düzeyde olması ve küresel olarak en çok ‘ele geçirilenler’ arasında yer alması önemli bir endişe kaynağıdır” deniliyor ve Huawei, BGI, ZTE, Hisilicon ve diğer Çinli şirketlerin Alman üniversiteleri ve araştırma kurumlarıyla işbirliği içinde olduklarına, bu kurumlardaki projeleri finanse ettiklerine dikkat çekiliyor. Buna göre, yalnızca Huawei, son 15 yılda proje başına 25,000 – 290,000 euro arasında değişen yıllık bütçelerle en az 120 iş birliği projesine imza attı. Ayrıca, aslında birçok Alman üniversitesi bazen “akademik özgürlüklerini” gerekçe göstererek bilgi edinme özgürlüğü sorularına yanıt vermeyi reddettikleri için bu bütçelerin büyüklükleri aslında tam olarak belirlenemiyor.
İtalya Savunma Bakanı Guido Crosetto da, geçen günlerde yaptığı açıklamada, “İpek Yolu’na [Kuşak ve Yol Girişimi] katılma kararı doğaçlama ve acımasız bir eylemdi” dedi.
ÇKP her zaman ülkelerin siyasetçileriyle bağlantılar kurdu
Batılı yayın organları ayrıca, Paul Charon ve Jean-Baptiste Jeangène Vilmer’in Ekim 2021’de yayınladıkları “Çin Nüfuz Operasyonları: Makyavelist Bir An” başlıklı çalışmalarındaki bulgularını da aktarıyorlar: “Çin Komünist Partisi her zaman pozisyonlarını etkilemek istediği ülkelerin siyasetçileriyle bağlantılar kurmuştur.”
İtalya’daki siyasetçilerin de örnek gösterildiği bu çalışmada, “Başka her yerde olduğu gibi Fransa’da da Parti…. Çin’in siyasi alana sızmasını…. çıkarlarını savunmasını ve eleştirel sesleri susturmasını sağlayan bireylerle güçlü ilişkiler kurmuştur. Parti tarafından zamanında ve çeşitli şekillerde işe alınan bireylerin ötesinde, Fransız eliti içinde bir Çin ağının inşası 2013’ten bu yana Fransa-Çin Vakfı aracılığıyla yürütülmektedir” deniliyor ve ekleniyor:
“Avrupa’daki bir diğer ilginç örnek olan Çek Cumhuriyeti’nde, Çin’in siyasetçiler üzerindeki etkisi yeni boyutlara ulaştı. MapInfluenCE, Çek siyasi ağlarına, özellikle de Çek Sosyal Demokrat Partisi’ne (ČSSD) yoğun bir şekilde nüfuz edildiğini açıkladı…”
Sermaye Hindistan, Meksika, Vietnam ve Malezya’ya kayıyor
Reuters’ın haberine (13/09/2023) göre, tüm bunlar yaşanırken, Çin’de üretim yaptıran Batılı devler de alternatif arayışlarına hız veriyor. Haberde kaynak olarak gösterilen Rhodium Group tarafından hazırlanan bir rapora göre ABD’li ve Avrupalı şirketler yatırımlarını Çin’den diğer gelişmekte olan pazarlara kaydırırken, bu yeniden yönlendirilen yabancı sermayenin büyük çoğunluğunu Hindistan alıyor ve onu Meksika, Vietnam ve Malezya izliyor.
Bu şirketler, küresel büyümedeki payı artmaya devam ederken bile dünyanın en büyük ikinci ekonomisine sırtlarını dönüyor ve Çin’in iş ortamı, ekonomik toparlanma ve siyasetine ilişkin endişelerin yabancı yatırımcıların zihninde nasıl ağır bastığını vurguluyor.
Rapora göre, ABD ve Avrupa’dan Hindistan’a yapılacak sıfırdan yatırımların değeri 2021-2022 yılları arasında yaklaşık 65 milyar dolar ya da yüzde 400 artarken, Çin’e yapılacak yatırımlar 2018’deki 120 milyar dolarlık zirve noktasından geçen yıl 20 milyar doların altına düştü. “Çeşitlendirme iyi bir şekilde devam ediyor” denilen araştırmada, “Çin küresel tedarik zincirlerinin merkezinde yer aldığından, gelişmiş ekonomilerin ‘riskten arındırma’ politikalarının ardındaki hedeflere ulaşması yıllar alacaktır” uyarısı da yapıldı.
Kapitalist dünya da elbette “yeni cennetler” arayışına hız verdi
Kısacası, kapitalist dünyanın “ucuz emek cenneti” kapılarını başkalarına kapatıp, yalnızca “kendilerine cennet” olmaya doğru evrilirken, kapitalist dünya da elbette “yeni cennetler” arayışına hız verdi. Bunun ilk örneklerini de Hindistan, Meksika, Vietnam ve Malezya’da hızla oluşturuyorlar.
Bununla kalırlar mı? Elbette olanaksız; kapitalizm dediğin, müşteriye karşı tekelleşmeye odaklı çalışmak için elinden geleni yapmaya çalışsa da, kendisine “her yer cennet” olmalıdır; özellikle de emek piyasası…
Tüm bunları anlatır, art arda sıralarken, başından itibaren arka planda bekleyen elbette Türkiye oldu. Türkiye’de emek elbette oldukça ucuz ama daha da ucuzlatmanın yolu yok mu? Elbette var ve bu yola çoktan girdik sayılır. Oldukça uzun zamandan beri, Sudan, Umman, Ürdün, Yemen, Tunus, Filistin, Mısır, İran, Irak, Suriye, Filistin, Etiyopya’dan bu kadar çok ucuz (bedava) emeğin taşınması boşuna mı? Elbette değil. Sözünü ettiğimiz ülkelerden gelip, kaçak olarak çalıştırıldığı ortaya çıkan onlarca örnek haber olmadı mı? Elbette oldu. Bunlar yalnızca örtülemeyenlerdi.
Türkiye de yeni “ucuz emek cenneti adayları” arasında
Kısacası, dünyanın ikinci büyük ekonomisi düzeyine yükselen Çin’in, “başka kapitalistlere” ucuz emek cenneti olmaktan çıkmaya karar vermesi, bugüne kadar zaten alternatif arayışı içinde olan kapitalizm dünyasının bu arayışlarına hız kazandırdı. Türkiye’nin de, bu adaylar arasında olduğunu biliyoruz elbette; ancak, rakipleriyle boy ölçüşecek kadar ucuzlaması için de, bir yandan içeride sendikaların üzerindeki baskılar ağırlaştırılırken, bir yandan da, ucuz emeğin omurgasını oluşturan göçmen işçi girişlerinin de artırılmasına ağırlık veriliyor.
Ancak, hepimizin de yaşadığı ve tanık olduğu gibi, söz konusu sorunun çözümü gözlerden uzaklaştırılmak için de, bu kez de farklı yollara sapılıyor. Ucuz emek cennetinin birer unsuru olmaya karşı çıkmak gerekirken, bu durum gözlerden ırak tutulmaya çalışılıyor.
Her gün sosyal medyada, haberlerde, ülkeye getirilip bedavaya çalıştırılan bu insanlardan grupların fotoğrafları ya da video kayıtları topluma, “Eyvah laiklik elden gidiyor” ya da “Eyvah ülkemiz işgal ediliyor” havasında sunularak, gerçek tehlike gözlerden ıraklaştırılmaya çalışılıyor.
Hedefe dayanışma içinde ulaşmanın yolları aranmalıdır
Gerçekte tüm çalışanlara, tüm emekçilere dayatılmaya çalışılan, “Bu paraya çalışırsan çalış… Yoksa, daha ucuza çalışanlar akın akın geliyor” olmasına karşılık, emekçi olan da olmayan da, “Bak görüyor musun, laiklik elden gidiyor, ülkemiz işgal ediliyor” ile korkutulup, yalnızca bu insanların kabuklarına çekilmeleri ve bedavaya çalışmaları sağlanıyor.
Oysa yapılması gereken, Türkiye’deki tüm emekçilerin, neredeyse bedava denilecek kadar ucuza çalışmak zorunda bırakılan bu emekçiler ile dayanışma içine girerek, ülkeyi kapitalistler için “ucuz emek cennetine” emekçiler için de “yoksulluk cehennemine” dönüştürme saldırılarına karşı omuz omuza durmaktır. Ebette böyle bir harekete öncülük etmesi gerekenler, başta sendikalar ve sosyalist partiler olmak üzere, emekten yana tüm kesimler olmalı, hedefe dayanışma içinde ulaşmanın yolları aranmalıdır.
Bunun için de, Davut’un Golyat’ı “karşı çıkma” cesaretiyle attığı adımın gücüyle yendiği de unutulmamalıdır.