Çocukluğumu ve gençliği geçirdiğim Kadıköy’ün Hamdibey Sokağı’ndaki evin bahçesine girer girmez solda devasa bir ağaç vardı.
Baharda yapraklarından bazılarını yolup kurutarak saklardık. Balık pişirirken birkaç yaprağını tavaya atmak adettendi. Başkaca bir anlamı da yoktu o ağacın benim için. Demir bahçe kapısının üstüne şemsiye gibi uzanarak kapıda bekleyenleri güneşten ve yağmurdan koruyan bu dev ağacın adının defne olduğunu biliyordum da aslında defne ağacının çalı sayıldığından, öyle devasa boyutlara erişmesinin ender-i nadirattan olduğunu bilmiyordum.
Sonra Yunan mitolojisinden haberdar oldum. Defne çelenginin barışın simgesi olduğunu falan öğrendim. Sandım. Meğerse başa yerleştirilen bu çelenk, mitolojiden hareketle uydurulmuş, barışın değil, uzlaşanların bile değil, savaşta kazananların simgesiymiş.
Defne yenen bir bitki değil ama insanoğlu eski çağlardan biri ondan ilaç olarak yararlanıyormuş. Defne yağı, Romalılar döneminde felçleri iyileştirmek, kas spazmlarını azaltmak, cilt yangısını durdurmak için kullanılırmış. Defne yapraklarını kaynatıp suyunu ağrıyan, yanan, kızaran yerlerin üzerine sürmek adettenmiş. Arı sokmasında ve alerjik döküntülerde kullanılırmış. Defne yağı sabunu eskiden beri çok makbulmüş. Benim de kullanmışlığım var ve çok da beğenmiştim. Gerçek defne sabunu bulsam gene keyifle kullanırım.
Laurus Nobilis, namı diğer Akdeniz Defnesi ilginç bir ağaç. Yaklaşık 10.000 senedir Akdeniz havzasının yerlisi. Tarih boyunca doğal yıkımlardan geçerek ormanlarının çoğunu yitirmiş ama hala Anadolu, Kuzey Suriye, Güney İberya, Kanarya Adaları, Kuzey Afrika gibi yerlerde kısmi varlığını sürdürüyor. Nemli iklimi seviyor ama zamanla kuraklıkla baş etmeyi de öğrenmiş.
Amerika’ya göçünce Türkiye’den gelenlerden defne yaprağı istemeye başlamıştım çünkü alışmışım defnesiz balık pişirilmez gibi geliyordu. Oysa sonradan keşfettim ki Amerika da bir defne cenneti. (Zaten dünyanın neresinde ne varsa bulup taşımışlar Amerika’ya) Burada “Bay Leaf” diye satılıyor. Bu ağaca bilmem neden “Bay” deniyor. Bizim Bay Kemal gibi değil bu bay, körfez anlamında. Sanırım ağacın kökeni deniz kenarı olduğu için bu adı vermişler. Ancak benimki sadece bir tahmin.
Asıl adı olan Daphne ise antik Yunan söylencesi kaynaklı. Daphne, yeryüzünün anası Gaia ya da diğer söylemiyle toprak tanrısı Gaea ile Thessalia nehrinin tanrısı Peneus tarafından yaratılmış bir kız. Zeus’un oğlu olan lanetli Apollo da ışıkların tanrısı. Apollo ırmak kenarında gördüğü güzel bir kızın peşine düşer. Görür görmez aşık olduğu Daphne, kaynak sularında yüzen güzeller güzeli bir su perisidir ama Apollo’nun aşkını reddeder. Kendisinden kaçan Daphne’yi istenmediğini bile bile kovalayıp su kenarında yakalayan Apollo, tam da amacına erişecekken Daphne çığlıklar atarak su tanrısı babasından yardım ister. Babası da onu bir ağaca dönüştürerek Apollo’nun saldırısından kurtarır. Güzelim Defne’nin gövdesi ağacın gövdesi, saçları da ağacın yaprakları olur, Apollo da ağaca sarıldığında Daphne’nin hâlâ çarpmakta olan kalbinin sesini dinlemekle kalır. O gün bugündür defne ağacının yapraklarında şifa aranmaktadır.
Mitoloji ve antik Yunan deyince aklımıza Ege’nin iki yakası geliyor. Ancak hatırlamamız gereken, Grek mitolojisinin zaman içinde değişerek Greco-Romen mitolojisine dönüştüğü ve Roma İmparatorluğu’nun sınırlarının bugünkü Anadolu topraklarının nerdeyse bütününü içerdiğidir. Tarih ve coğrafya bilgimizi güncellememizin nedeni de bu hikâyenin mekânının Hatay’daki Harbiye Şelaleleri’nin civarı oluşudur. Hatay civarında bu taciz hikâyesinin şirin bir aşk hikâyesine dönüştüğü ya da dönüştürüldüğü de unutulmamalı. Zaten bu hikâye pek çok farklı yerde pek çok farklı biçimde anlatılmaya devam ediyor. İtalya’nın ölü kenti Pompeii’deki duvar resimlerindeki anlatımı başka, Yunanistan’ın Thessaly bölgesinin antik halkı Aeoliansların hikâyelerinde dile gelişi başka, Bodrum tutkunu Azra Erhat sözlüğünde başka, Antakya Arkeoloji Müzesi’ndeki mozaiklerde başka, Hatay’ın kadim halklarının belleğinden süzülen masallarda ise bambaşka. Ancak ister Apollo olsun ister Zeus, isterse de diğer tanrılardan bahsedilsin, aşk yaftası ile ne kadar güzellenmeye çalışılırsa çalışılsın, mitoloji konuları cinsellik ve eril saldırganlığın sınırları dışına çıkamıyor. Sorun Gaia’nın toprağında olmalı…
Bir zamanlar çok sevimli, çok neşeli ve de çok hazır cevap bir kadın muhabirimiz vardı. (Manşetteki küçük fotoğraf) Adana’nın Amerikan toprağı olan İncirlik Askeri Üssü’nde, Türk bir kadından doğmuştu. Amerikalı olan babası annesini o küçükken terk edip gittiği için, ortalıkta bir fotoğrafı da yok ama muhtemelen çikolata renkliydi çünkü televizyon muhabiri olan bu kızı bir çikolataydı. Ona dış görünümünü veren babasının sülalesi kim bilir hangi Afrika ülkesinin derinliklerinden koparılıp köle olarak Amerika’ya götürülmüştü. Tıpkı Anadolu topraklarına taşınan hadım ağalar ve Arap bacı kalfalar gibi…
Televizyonlarda Defne’nin yaptığı sokak röportajlarını izlemek çok keyifliydi çünkü işini keyifle yapıyor ve bize de aynı keyfi bulaştırıyordu. Şöhretinin doruğunda ve 35 yaşındayken bir eril güç sahibi onu tuzağa düşürerek yok etti. Öldürüldüğü apartmanda attığı çığlıkları duyanlar sonradan mahkemede sus pus oldu. Nehirler tanrısı Peneus ortada yoktu ki kızını ağaca döndürüp kurtarsın ya da Amerikalı baba ortada yoktu ki saldırgan(lar) Amerika’nın alabileceği intikamdan korkup ölümcül saldırıyı durdursun. Erkek dünyasında, erkeksiz bir ailenin kızı kolayca kurban edildi.
Defne öldüğüyle kaldı çünkü devreye giren başka eriller bu katliamı onun serbest (!) davranışlarına atfederek katil(ler)ini gizlemeyi marifet bildi. “Su testisi su yolunda kırıldı” diyen çürümüş beyinliler uyuşturucudan öldüğü dedikodusuna da çanak tuttu. Oysa otopsisinde uyuşturucunun izine bile rastlanmadı. O günlerde “F tipi” diye anılan cemaatin ele geçirdiği yargıda uygun ayarlamalar yapılarak konu beceriyle kapatıldı. Defne’nin bu tarikattan “fetö” diye bahseden ilk kişilerden oluşunun konuyla alakası, dedikodu malzemesi olmanın ötesine geçemedi. Katil zanlısının Defne’yi önemli bir haber vereceği gerekçesi ile evine çağırdığı türünden dedikodular da aydınlığa kavuşmadı. Ancak evinde ölü bulunduğu adamın bu ünlü tarikatın gazetesi olan Taraf’ta müdür oluşu gizlenemedi. Elbette taraftarlar da gizlenemedi…
Bir kız annesi olarak kendimi Defne’nin annesinin yerine koydum ve ne o cici kızın katil(ler)ini ne de arkasındaki pervasız “erkek” iklimini affettim. Benim gibi düşünenler hiç de az değil ama biz affetmedik de ne oldu? Üstünden on seneden fazla geçti ve iklimimiz daha da “errrkekleşti”…
Ben artık balık tavasına defne yaprağı attığımda, mis gibi şelale sularında balıklarla yüzecekken Apollo sapkını yüzünden ağaca dönüşen peri kızı Daphne gibi neşesiyle ekranları şenlendirmeyi sürdürebilecekken adı batasıca herif(ler)in yok ettiği Defne Joy Foster’i hatırlıyorum. Apollo’yu taşa dönüştürmek varken kızını ağaca dönüştüren tanrı babayı, katil(ler)inin peşine düşmek varken kurban kızın adını kirletmeyi marifet bilen gazeteci baba(!)ları hatırlıyorum. Siz de hatırlayın.
Kadınları, dizginleyemedikleri cinselliklerine malzeme yapmaktan, yapamadığında da kıyım kıyım kıyma yapmaktan başka hedefi olmayan bu düzeni düzenleri sakın ama sakın unutmayın. Defne yapraklarından yapılma çelengi de, bütün yalan üstüne kurulu söylenceler gibi unutun gitsin.