Bundan yaklaşık sekiz yıl önceydi, Osmaniye’de yaşayan doktor kuzenim Bengü Başlamışlı İmadoğlu, “Osmaniye Tabip Odası Bülteni Hipokrat için Cüneyt Arkın’la görüşeceğim, sen de gelsene” dediğinde elbette kabul ettim ama doğrusu çok da heyecanlanmadım. Efsane bir sinema oyuncusunun evine konuk olma fikri güzeldi tabii ama ön yargım bana bazı ünlüler gibi Arkın’ın da şımarık, kendini beğenmiş ve insanlara tepeden bakan birisi olabileceğini söylüyordu. İstanbul’a bu söyleşi için gelen Bengü ile buluşup bir kış günü öğleden sonra Arkın’ın Levent’teki evine gittik. Ben aslında “misafir sanatçı” rolündeydim, söyleşiyi kuzenim yapacağı için pek lafa girmedim, sadece fotoğraf çektim ve 1-1.5 saat süreyle can kulağıyla dinledim ve gözlem yapmaya çalıştım. O kadarcık süre bile ön yargılarımı paramparça etmeye yetti, beklentimin tersine karşımda son derece mütevazı, samimi, dostça davranan, konuşmak için sabırsızlıkla sıranın kendisine gelmesini beklemek yerine karşısındakini sabırla dinleyen bir insan vardı. Hele ayrılırken ikimizle 40 yıllık dost gibi içten bir kucaklaşması vardı ki, baştaki ön yargımdan utandım. Eşi Betül Hanım’ın da katıldığı sohbette doktorluk günleri, sinema ve hayata dair diğer konular konuşuldu. Geçen yıl bugün kaybettiğimiz sanatçıyı rahmetle anıyor ve kuzenimin o görüşmeyle ilgili olarak Hipokrat dergisinde yayımlanan röportajına bırakıyorum sözü.
***
“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!” der Yahya Kemal Beyatlı…
İşte yine öyle bir 17 Aralık (2015) Çarşamba, İstanbul. Usul usul yağmur yağıyor. Islak caddeler her şeyi çoğaltıyor; koşuşturan insanları, yaprakları, ışıkları. Benimse sürem azalıyor, randevu önemli! Hani tek kanallı TV yıllarında nasıl hayatımızın odak noktasıydı o kahramanlar, elimizle dokunuvermek isterdik televizyonun içini açıp. Şimdi artık dokunmak zamanıydı gerçekten. Tanıyınca Cüneyt Arkın gözümde daha bir büyüdü, büyüdü…
Kapıda zarif eşi Betül Hanım ve yardımcıları Serdar karşılıyor. Levent’te oyuncunun ömrünü geçirdiği evdeyiz. Salona girince o iklime güçlükle direnen portakal ağacı, dekoratif odunlar, çim çiçekli bir bahçe ve toprak manzaralı alabildiğine büyük pencere dikkatimi çekiyor. Tıpkı sahibinin insana, canlıya, doğaya sevgisi gibi. Burası adeta köy evinin modernize edilmiş hali. Her köşesi yaşanmışlık kokuyor. İçerde baba koltuğunda vakur oturuyor Cüneyt Arkın, görünce ayağa kalkıyor. “Bugün günüm güzel geçecek, güzel bir doktor misafirim var” diyor ve başlıyoruz…
-Cüneyt Arkın, oyuncu, romantik jön. Biz sizi böyle tanıdık tabii…
-Evet, bir süre öyle romantik jön, saçlar briyantinli hiç dağılmıyor. Sokağa bir çıkıyordum müthiş bir devinim, müthiş bir hareket. Bizim yaptığımız filmlerse çok durağan gelmeye başladı. Ya biraz hareketlenelim dedim. İlk Duru film, Süreyya Duru nur içinde yatsın, bana ‘’yahu sen piyano çalıyorsun, keman çalıyorsun, o eline kılıcı nasıl vereceğiz’’ dedi.
-Şimdi Cüneyt Arkın bize Fahrettin Cüreklibatır’ı anlatabilir mi, kimdir Fahrettin Cüreklibatır?
– Bir köy çocuğuyum ben, yani Fahrettin Cüreklibatır bir köy çocuğu. 2 ablam, annem, babam ve ben 100 tane koyunun peşinde geçinmeye çalışıyoruz. Karaçay, Eskişehir’den uzakta. Kıtlık olurdu, bazen hastalık olurdu. Benim hatırladığım topraktan kök çıkarıp yiyorduk. Bizim ağılın önünde taşlık kayalık bir yer vardı, bu salondan biraz küçük. Taşları hep beraber kırdık, küçük parçalara ayırdık. Topraklar taşıdık sırtımızda, gübreledik, suladık. Babam 1 torba buğdayı, o buğdayın her tanesini çocuğunu emanet eder gibi toprağa koydu, aklı fikri orda artık, gözü orda. Bir sabaha karşı, bozkırın güneş doğuşu çok muhteşem olur, ihtişamı bütün her şeye bulaşmış o tatlı morumsu pembelik. Tarlanın kıyısına götürdü beni dedi ki;’’ bak oğlum, buğday filizleri büyüyor ses çıkarıyor, büyüme sesi duyuyor musun? Şimdi o köy insanı tabiatın bir parçası değil aslında, tabiatın ta kendisi oluyor. Bunu ben niye anlattım? Bu olayın benim çocukluk kişiliğimde çok önemli bir yeri vardır; ‘’buğday filizlerinin büyüme sesini duymak ‘’çok önemli. Sonra ben ekonomik katkı olsun diye bostan bekçiliği yapardım. 100 koyunla zorluk çekerdi annem, zaten genç kızlığını yaşayamamış.
– Erken evlilikten dolayı mı?
– Yok zaten erken evlenmiş de, gece-gündüz koşturuyor kocasının peşinde, iş, aş. Bir ekmek yapardık şu büyüklükte (ellerini açıyor), tandır ekmeği. Orada 2 köpeğim vardı yanımda, 1 de sıpam. Ben bütün güzellikleri, canlıların arasındaki ilişkileri köpeklerden öğrendim. Dostluğu, vefayı, sadakati. Bir ekmeğimizi paylaşarak yerdik. Orada her şeyi görüyorsun; bir böceği görüyorsun, karıncaları, yılanı görüyorsun. Bir yılanla leylek dövüşüyordu, leylek dövüştükten sonra bir ota gagasını sürüyordu, o zehri atmak için herhalde. Bizim bir çobanımız vardı, bütün koyunların hastalıklarını otla tedavi ederdi. Orada ben çok şey gördüm yapayalnız tabiat, kuşu, çiçeği, bulutu, yıldızı, toprağı. O karpuzların gece büyümesini, çıtırtılarını, rüzgârı. Çok büyük bir iç zenginliği oluştu bende.
-Özel bir hissiyatınız da varmış ki bunları algılamışsınız. Yoksa sizle aynı ortamda yaşamış diğer insanlar belki hissetmemiştir aynı şeyleri.
– Yani ben o zamandan beri çocuklarıma da söylerim; ’’görün, fark edin, düşünün gördükleriniz üzerinde’’ diye. 15 günde bir kara tren geçerdi, oraya koşar beklerdik saatlerce gelmesini pencerede bir insan yüzü görür de el sallarım diye.
-O kadar ıssız…
-Bir gün garip bir şey yani bir camda sarı uzun saçlı, çiçekli entarisi olan mavi gözlü bir kız gördüm, el salladım. Sonra Eskişehir’de yıllar sonra bir yerde aynı kızı görür gibi oldum. Ama gençliğimde de Cüneyt Arkın’lığımda da 1 tane el ele tutuşup gezdiğim aşık olduğum sevgilim olmadı (düşünüyor). Lisede olmuştu bir tane.
– Bir yakınım bahsetti sizle röportaj yapacağımı duyunca; şan bölümünde bir arkadaşınız varmış. Darıca’ya zaman zaman pikniğe gidilirmiş. ’’Tam fotoğraflarını çektim güneş de battı, daha sonra fotoğrafın birini de kendisine hediye ettim, bana biraz önceden söyleseydin arşivden bulabilirdim’’ dedi kendisi. Konservatuarda şan bölümündeki kız arkadaşınız hatırlıyor musunuz?
-Hatırlayamadım.
-Elini tuttuğum hiç sevgilim olmadı diyorsunuz, unuttunuz mu yoksa?
-En azından iz bırakan olmamış. Aslında oldu bir tane (derin bir iç çekiyor, kırık bir aşk hikayesi belli ki), Adanalı. Eskişehir’de yıllar yıllar sonra karşılaştık. Evlenmiş, çoluk, çocuğu olmuş, kocasından ayrılmış. Kırık bir aşk hikâyesi.
– Adanalı mıydı demek?
-Adanalıyuk ezelden!
-Askerlik bitince Adana çevresinde doktorluk yaptığınızı okumuştum?
– Evet, Feke taraflarında.
-Öyle mi, neler hatırlıyorsunuz o günlerden, nasıldı hayat o zamanlar?
-Bir köye gittik, jandarmayla gidiyorduk. Zaten katır sırtında, eşek sırtında, uzun bir yol aldık. Bir feryat sesi! Eve girdik, genç bir kadın, kocaman yeşil gözleri var. Acıdan tükenmiş artık. Vücudu müthiş kasılmış kalmış. Doğum, ters gelmiş bebek. Koca karılar var orada ve işte ebe, elleri simsiyah kadının içine giriyorlar. Müdahale etmek istedim. 2 erkek 2 tane çifte doğrulttu durdurdular, beni vuracaklar bir adım daha atsam. Jandarma da bir şey yapamadı. Namahrem, bir kadını göremezsin öyle. Feryatlar sabaha kadar sürdü, bozkır inledi. Sabaha karşı kadın da öldü, çocuk da. Bir tek stetoskopum vardı. Kızamıktan çocuklar ölmeye başladı,1 ay içinde 22 çocuk kaybettik. 1 ünite penisilinim olsa, komplikasyonlarda kullanacağım ama yok! Çocukları kurtaracağım, o kadar istiyorum, istiyorum, yazıyorum ama penisilin gelmiyor…Yine bir köye gittik, bitmiş tükenmiş bir kadın yatakta mumya, erimiş. O hastalığı bilirsiniz, yüzde ölüm haberi vardır, gözlere de siner. Doğum yapacak, kocası istememiş. Alttan rahmine bir çubuk sokarak bebeği düşürmeye çalışmış cenini zedelemek suretiyle. Kocakarılar hesaplayamamış peritonu da delmişler, peritonit resmen. Acısını dindireyim diye bir tek morfin yok. Sabaha kadar başında bekledik, öğleye doğru o da öldü. 1 ünite penisilinin olmadığı Türkiye’de şimdi MR’ dan geçilmiyor. Yalnız klinik hekimliğim çok gelişmişti. 5 duyunuzla teşhis koyacaksınız.
-Elimizle halen çok teşhis koyuyoruz…
-Elinizle ön tanı koyamazsanız, teknoloji size yardım edemez. Bu elin yeteneğini, hissini 100 yıl daha teknoloji gelişse yapamaz. Bir de Anadolu’da anlatamazlar dertlerini, ne hastalığı olursa olsun, başım ağrıyor diye başlarlar anlatmaya. Sora sora zorla öğrenirdim. Bakımsızlıktan, ilgisizlikten çocuklar ölüyor. Geçen eklemlerimde hafif bir şişlik oldu, doktora gittim, akciğer röntgeni bile çektiler.
-Ama gelen Cüneyt Arkın, belki tanımasalar. Şimdi sizdeki teşhisi atlamak sansasyonel bir şey olur, çekinmişlerdir.
-Ne dedim biraz önce dokunarak teşhis koymak. Ödemlerde bastırınca yumuşaklık, sertlik, çıkardığı sesle, simetrik olup olmamasına göre, fizik muayeneyle aşağı yukarı %60 teşhis koyuyorsun. Yahu gelip bacağıma bakmadı bile! Başladım bağırıp çağırmaya, çıktım gittim Betül de yanımdaydı. Cüneyt Arkın olmak, eklem şişliğini muayene bile etmeden akciğer röntgeni çekmeyi gerektirir mi? Dün eyleme katıldınız mı Ankara’daki?
-Hayır, buraya geldiğim için katılamadım. Sağlık Bakanı nöbet tutma oranını %90 bildirdiler, oysa nöbet tutmama oranı %80’lerde. hastalar da saygı gösterdi haklı mücadelemize. (Bu arada Betül Hanım zevkle çay, pasta servisi yapıyor)
-Doktorluk bizim zamanımızda saygın bir meslekti, ben hatırlıyorum Eskişehir’de askerliğimi yaptığım dönemde babamdan bir tokat yemiştim. Hava ikmalde çalışıyordum, beni ziyarete geldi. Tayyare fabrikası, işçiler, astsubaylar, subaylar. Koridordan geçiyordum, herkes ayağa kalkıyordu, 60-70 yaşındaki adamlar ayağa kalkıyordu. Ceketini ilikliyor, belini büküyor. Doktora o zaman çok büyük bir saygı vardı. Sonra babam çaktı tokadı. ’’Ulan doktor olmuşsun ama, bu kadar yaşlı adamın ayağa kalkmasına neden müsaade ediyorsun!’’
-Osmaniye’yi bilir misiniz?
-Osmaniye’de çok film çektim. Erzin vardı, kaplıcaları vardı. İlçeydi, bir tek lokantası vardı, çok gelişmiş bir yer değildi. Bizim zamanımızda pamuk zenginleri vardı.
Betül Arkın söze giriyor, ’’Adana çok güzel olmuş, en son gittik Altın Koza film festivaline. Muhteşem, çok beğendim.”
-Abdurrahman Keskiner abiyle (akrabamız) fotoğrafınızı görmüştüm festivalde.
-Apo gardaş sinemaya çok büyük emekler vermiştir, yani bir sinema emekçisi olarak başlamıştır. Bilet işleri falan ve sinemada da çok önemli filmler yaptı. Yani Yeşilçam’a aslında katkısı çok büyük olan bir sinema adamıdır.
-Biz küçükken Zorkun Yaylası’na Tarık Akan, Necla Nazır mesela ‘’Çocuklar Çiçektir’’ film çekimine gelmişlerdi Abdurrahman Keskiner misafiri olarak. Önümüzden şalvarlı, sakallı biri geçti. İçimden dedim ki; köylü epey uzunmuş. Meğer Tarık Akan’mış.
-Bak ben film çektiğimde hep dışarıda çekerdim, İstanbul dışı. Doktor olduğumu bildiklerinden halk gelip kuyruğa girerdi muayene için. Ben de yanımda gerekli olabilecek ilaçları bulundururdum. Hem teşhis hem tedavi ederdim.
-Sizin mezuniyet 1961 değil mi?
-Betül Hanım atılıyor, evet 61.
-Halamın bir sorusu var: “Kalbime koy başını doktor, nabzımı bırak. gülen gözüme değil, ağlayan gönlüme bak’’ diyen hastanız oldu mu hiç?
-(Gülüyor) Onu Alaattin Yavaşça’ya söylemişlerdir. Anadolu’da doktor-hasta ilişkisi çok kutsal. Feke taraflarına ilk gittiğimde bir yer verdiler, ambar bozması. Yahu bütün köy koştu geldi. Bir yardımlaşma, bir çalışma. Akşama doğru artık toz namına bir şey kalmamıştı. Artık burası sağlık ocağı olabilir dedim. Bir tavanı halledemedik. Bana akşam yemeği bulgur pilavı, yoğurt, soğan, bir testi de su ikram ettiler yedik onları yattık. Yıldızları seyrediyorum, hayaller kuruyorum burada neler yapacağım diye. Çaresizlik, ilaç yok ne yapabilirsin. Bir de illa ki iğne isterler Anadolu’da, çıplak tene asla yapamazsın, şalvarın üstünden. O çocuklara yüreğim dayanmazdı, eriyip eriyip gidiyorlardı hastalıklardan, çare yok! İstanbul üniversitesindeki arkadaşıma nerede rastlasam hepsi değerli doktorlardı. 80’li yıllar öğrenci eylemleri olduğundan, öğrencilerin sürekli derse devam etmesi mümkün olmazdı. Temel eğitimi almadan doktor oldular bir kısmı.
-14 Mart İstanbul Üniversitesi’ndeki Hikmet Boran ve arkadaşlarının İstanbul’un işgaline karşı direnişlerinin simgesidir aslında değil mi?
-Aslına bakacak olursak doktorlar halkın kafasının aydınlanmasında çok büyük rol oynamıştır. Sadece doktorlukla kalmamış, sosyal hayatta da rol oynamışlardır. Nerede ilerici bir hareket var doktorlar başlatmıştır. Ben çalışarak okudum, ailem bana para gönderemezdi. Dersleri takip etmekte zorlanıyordum. Ben bütün arkadaşlarımdan ders notu alarak sınıfı geçiyordum. Hocalarımız iyiydi. Hepimizin bir mikroskobu vardı, patolojide 5 kişiden fazla laboratuvara girmezdik. Aile hekimliği ilk gelen, ilk teşhisi koyan, tedavi eden, gerekirse hastaneye sevk eden, yığılmayı önleyen, güven sağlayan hastaya en yakın hekimdir. Aile hekiminin sadece hekimlik görevi olmuyor, sosyal ilişkileri görevleri de var. Sağlık politikaları, reformları olumlu noktalara vardı mı, siz işin içindesiniz?
-Olumlu ve olumsuz yönleri var. Sadece belli nüfustan sorumlusunuz, burası iyi. Fakat her geçen gün artan iş yükü bıktırdı. ’’Doktor cumartesi de çalışsın, evlere de gitsin’’ gibi, Biz hekimi hastanede bile koruyamazken, alt yapısı, güvenlik tedbiri olmadan hazırlanan yönetmeliklerle, hekimler siyaset malzemesi olmuşlardır. Hasta memnuniyeti %95’lerdeyken, sağlık çalışanı memnuniyeti %35’lerde. Burada bir haksızlık var…
-Yeryüzünde alttan başlıyorum güvenlik, öğretmenlik, doktorluk kadar kutsal meslek yoktur. Anadolu’da tedavi ettiğin hasta gözünüzün içine öyle bir bakar ki, bütün minnet duygusu bir pınar gibi yüreğinden yüreğinize akar. Ama sonuçta doktorun da bir hayatı var. Bir doktorun yenilikleri takip etmesi, gezmesi, kitaplara bütçe ayırabilmesi lazım. Zaten bir embriyoloji okusanız Allah’a inanırsın, yani bir yaratana. Tek hücre kağıt gibi katlanıp ayrılıyor, organlar oluşuyor. Betül bana dedi ki, telefondaki doktor hanım öyle narin, öyle nezih bir insan ki hayır demeye utandım, çok yoğun program vardı.
-Teşekkür ederim. Biz Cüneyt Arkın’ı 6 ay bekleriz dedim, bayram sonrası randevu verebileceğini söyleyince. O bizim için bir ikon çünkü hem de meslektaşımız… Hekim olarak birini dövmek nasıl bir his filmlerde de olsa? (Bu sorudan pek hoşlanmadı gibi).
-Bir yumruğun verebileceği hasarı biliyorum doktor olarak, vurur gibi yaparsınız.
-Bazen 2 kişinin üstüne çıkıp 3 kişiye tekme attığınız oluyor ama bunlar gerçek, yaralanmalar olmuyor mu?
-Dayanıklı çocuklar, oluyor tabii bazen
-Sosyal konularda da duyarlısınız, uyuşturucuyla ilgili çalışmalarınız olmuştu, neler yaptınız?
-20 yıl Anadolu’yu karış karış gezdim, alkol ve uyuşturucu konusunda bilgi verdim gençlere. sonra aileler ayıldılar. Önceleri konuşarak ne olacak ki diyorlardı. Kaç genci getirip tedavi ettirdim. Bir sanatçının toplumsal yaralara parmak basması çok etkili oluyor. Uyuşturucu başımıza büyük bir bela olacak, belki bir gençliği kaybedeceğiz. Bakın şimdi bonzai çıktı, her gün 1-2 genci kaybediyoruz. Uyuşturucu sektörü beyaz eşya sektörü gibi gelişti. Kendi ellerimizle kendi çocuklarımızı öldüren bir millet haline geldik. Bu kayıtsızlık ne, bu duyarsızlık ne! Şimdi devlet işi ele aldı gibi “narko team”ler kuruldu. Bir kere bir genç neden uyuşturucuya başlıyor bunun cevabını vermek lazım. Çok başka şeyler var. Gençlik dertli, sadece yasaklamakla olmaz. Gencin kendi kişiliğini geliştirmesini bırakın, var olan kişiliğini ortaya koyamıyor. Kendini ispat imkanı yok. Hele kırsaldan büyük kentlere gelenler, zaten bir vitrin karşısında dünyasını şaşırıyor. Tedavi etmekle de olmuyor, tekrar aynı ortama dönerse ne anladık. İş bulacaksın, sorumluluk vereceksin tedavi sonrası iyileştirme, topluma kazandırma adı altında bir şeylerle uğraşabileceği merkezler olmalı.
-Hekime şiddet konusunda ne düşünüyorsunuz?
-Doktorlara, sağlık personeline bağırmalar, şiddet, cinayet benim yüreğimi çok yaralıyor, çok acı çekiyorum. Türk halkı önceleri 100 metreden gördüğünde ceketini ilikliyordu doktor karşısında. Bu halk nasıl bu hale geldi?
-Doktora şiddet, kadına şiddet haberleri yapıldıkça, sanki şiddet artıyor. Olabilirliği, dövülebilirliği sıradan olağan bir algıya dönüşüyor. Şiddetten nemalanan ülkeler oldukça, ne TV’de ne bilgisayar oyunlarında, teknolojinin girdiği hiçbir yerde şiddet eksik olmayacak ve eninde sonunda hayata daha çok geçirir olacak yeni nesil…
-Onlar bilgi toplumu, katma değeri yüksek ürünler üretiyorlar. Sanayiyle, teknolojiyle iç içeler, refah içindeler. Biz bilgi toplumu olamadık. Bir araştırmaya göre okuduğunu anlamayan oranı %45. Gelsin abla gelsin sorular, başka soru var mı?
-Şimdi sağlık sisteminin röntgenini çektiğimizde, sağlık çalışanlarından yana durum vahim görünüyor. Peki sinemada durum nasıl?
-Ben çok işin içinde değilim ama çok yakın bir doktor arkadaşım sağlıkta giderek özelleştirmenin arttığını söyledi. Onun dışında sinemaya gelince. Sinema, sinema, sinema… Sinema bir halk sanatıdır. Mesela Erol Taş olsun, Adile Naşit olsun, onlar Türk halkını temsil ederlerdi. Onlar Türk halkının bütün özelliklerini, sevgiyi, saygıyı, dayanışmayı, komşuluk ilişkilerini anlatırlardı ve toplum bu değerlerle yaşardı ve bu yüzden Türkiye’de ayrı gayrı olmazdı. Sinema o değerlerle beslerdi toplumu, eğlendirirken öğretirdi eski filmler. Bir Türkiye gerçekçiliği vardı. Gerçekçilik çok önemli. Şimdilerde’’ narsist bir sinema akımı’’ var. Kendilerini çok seviyorlar, çok bireysel. Aralarından sıyrılan çok iyi filmler var. Türk halkının çadır tiyatrosundan, ninnilerden, masallardan gelen, işitsel-görsel bir geleneği vardır. Adaptasyon dizileri değil, tutan diziler hep Türkiye gerçekçiliği içeren dizilerdi. Toplumsal gerçeklerimiz göz ardı ediliyor, topluma yabancı diziler çekiliyor. İnsan olmadan hiçbir şeyin, sanatın, edebiyatın değeri olmaz.
-Bir doktor olarak sinemaya girmek nasıl oldu, bir tesadüf mü?
-Ben nöroşirurji ihtisası yapmak istiyordum. Kadro çıkmıyordu, çıksa da az. Beklemedeyken Eskişehir’de rejisör Halit Refiğ‘le tanıştım. O sırada Göksel Arsoy’la bir film çekiyormuş sanırım. ’’Bir film çekeceğim oynar mısın’’ dedi. Kaç lira alacağım dedim, 500 lira. Dedim bu para beni 1 yıl geçindirir. Bu arada kadro bekliyorum, o film oynarken birkaç teklif daha geldi. Beklerken, para biriktireyim derken arkası kesilmedi. Bir gün bir uyandım ki Cüneyt Arkın olmuşum.
-Peki romantik jönden Malkoçoğlu’na dönüşüm nasıl oldu?
-Ben halkın içinde olmayı çok severim belki hekimlikten. Aşk filmleri zamanla çok durağan gelmeye başladı. Duru filmde Süreyya Duru’nun asistanı Remzi Çöltük deneyelim dedi.
-Gurbet kuşları filmindeki kavga sahneniz kırılma noktası olmuş, doğru mu?
-Halit Refiğ dedi ki vücudunu çok iyi kullanıyorsun. Tanju Gürsu’yla kavga sahnesi çok riskliydi, dublör kullanmadan tek defada çekildi. Hareket, aksiyon, havalarda uçmalar, dörtnala giden attan atlamalar, 2 atın arasına girmeler.
-400 kadar film çevirmişsiniz. Hiç bu sahne böyle miydi yahu dediğiniz oluyor mu?
-Yok canım,1-2 sahne görür görmez filmi hatırlarım.
-12 Mart dönemlerinde 1972’de 4. Altın Koza film festivalinde ödülü reddettiniz, neden?
-Yılmaz Güney ‘in hakkıydı, o kazanmıştı fakat siyasi nedenlerle vermek istemediler.
-Hareketli bir hayat sürmüşsünüz, peki spor?
-Hayatım sporla geçti. At binme ve karatede uzman sporcu belgem var.1 yıl Medrano sirkinde çalıştım. Hayatım sporla geçti. Ameliyatım 12 saat sürdü, spor enerjiyi biriktiriyor, vücutta bir yerlerde duruyor, şok anlarında ortaya çıkıyor. Vücut kendini yeniler, onarır, savunma mekanizmalarını çalıştırır. Çok müdahale etmeyeceksin. Bir antibiyotik alerjisinden akciğerlerim kollaps oldu ölecektim.
-Sevgi biraz da mayanızda varmış anlaşılan, hekimlikle, sanatla, toplumla zenginleştirmişsiniz…
-Gariban bir köy çocuğu nasıl olacak, açlığını topraktan çıkardığı kökle gideren. Ve halen o günler aklımdan çıkmaz.
-Ama mutlu bir çocuklukmuş bence, demek fakirlikle mutsuzluk paralel değil her zaman.
-Bu doğru bir tespit, çok doğru. Mesela çok üzüldüğümde, kahrolduğumda çocukluğuma kaçarım. 2 köpeğim, kerpiç evimiz, eşim, koyunlar, o öksüz kuzuları hayal ederken o hayal canlanır. Bütün bedbinliğim, mutsuzluğum biter. Eşim Eskişehir’de doğup büyüdüğüm evi gördü ağladı, ’’sen burada mı yaşadın?’’ dedi.
-Sizi yorduk bugün Cüneyt Bey dedim. Şakayı elden bırakmıyor;
-Ya ne demezsin, taş attım belim ağrıdı. Gel fotoğraf da çektirelim kocan kıskanmaz herhalde diyor.
Evet, yağmurlu bir kış günü Türk sinema tarihinin en büyük oyuncularından Cüneyt Arkın’la olmak, sıcak yuvasına ve dingin hayatına tanıklık etmek, içindeki çocuğu keşfetmek film gibiydi. Dr. Fahrettin Cüreklibatır’ın hayatı film şeridi gibi gözümüzde canlanırken, kendi film şeridime de güzel bir gün ve yeni bir bölüm eklenmiş oldu.
Teşekkürler Cüneyt Arkın, teşekkürler Abdurrahman Keskiner, teşekkürler Cenk Başlamış ve çok teşekkürler Betül Hanım! Sağlıcakla ve sevgiyle kalın.
Not: Bu yazı Cüneyt Arkın’ın 1. ölüm yıl dönümü nedeniyle yeniden yayınlanmıştır.