Bugünkü zaman yolculuğumuz 1970’ler Türkiye’sine doğru…O yıllara şöyle bir bakacak olursak; henüz internet, cep telefonu, kredi kartı, banka kartı, bankamatikler, kripto paralar yok. Bilgisayar ise bazı üniversitelerde emekleme aşamasında. Sanal dünya sadece hayallerde…
Facebook, Instagram, Twitter, TikTok gibi sosyal medya araçları yerine o zamanlar çevrelerinde olup biten her şeyden haberleri olan “mahalle teyzeleri” var. En büyük haberleşme araçları radyo, basılı gazeteler, mektup, telgraf ve çok da yaygın olmayan telefonlar. Televizyon ise evlerde yeni yeni yerini almaya başlamış ama o da siyah-beyaz, öyle 7/24 yayın da yok, tek kanallı TRT…
Sihirli kutu televizyon o yılların en büyük eğlencesi. Her şeyi evinize getiriyor. Dünya Kupası ve olimpiyatlar için statlara, film izlemek için sinema salonlarına, ünlü sesleri dinlemek için gazinolara gitmeye gerek kalmıyor. Toplum, kimilerine göre bu “aptal kutusu” denilen ekranın karşısında yavaş yavaş tembelleşmeye ve evlerine kapanmaya başlıyor.
1970’lerin ikinci yarısındaki Türkiye’ye baktığımızda siyasi ve ekonomik olarak durum pek de iç açıcı görünmüyor. Siyasi istikrarsızlık, güçsüz ve sürekli değişen koalisyon hükümetleri, ekonomik sıkıntılar, üniversiteler, okullar ve sokaklarda gerginlik ve kutuplaşmalar, siyasi cinayetler ve kaos almış başını gidiyor. Kanlı 1 Mayıs ve Maraş Katliamı da bu yılların en üzücü olaylarından.
Süleyman Demirel bir gidip bir geliyor. 1975 ve 1977’e oluşturan Milliyetçi Cephe koalisyonlarında başbakan. 1977 genel seçimlerinde Kıbrıs Barış Harekatı kahramanı Bülent Ecevit’in liderliğinde CHP büyük bir başarı gösterip yüzde 41″in üzerinde oy alıyor. 213 milletvekili ile tek başına iktidar olamayınca Adalet Partisi’nden ayrılan 11 milletvekili ile bir hükümet kuruyor. Ancak bu hükümet başarılı olamıyor ve ilk ara seçimlerde hüsran yaşıyor. 1979″da Süleyman Demirel tekrar MHP ve MSP’nin de desteğiyle yeni bir azınlık hükümeti kuruyor.
Dünyada ise 1973 Arap-İsrail savaşı sonrası başlayan “Petrol krizi”, aynı yıl Şili’de Allende hükümetinin General Pinochet tarafından devrilmesi, 1979″da ise Sovyetlerin Afganistan’ı işgali, İran’da Humeyni’nin rejimi değiştirerek iktidara gelmesi 70’lerin en önemli olaylarından.
İşte bu koşullarda girdiğimiz 1980 yılında dönemin başbakanı Süleyman Demirel, DPT ve başbakanlık müsteşarı da Turgut Özal’dır.
Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik çıkmazdan kurtulmak için daha sonraları Türkiye ekonomisi ve siyasetine damga vuracak olan Turgut Özal’ın hazırlayıp Süleyman Demirel’in onayladığı ve tarihimize “24 Ocak Kararları “diye geçen bir dizi önlem paketi ile ekonomide devletçilik modelinden vazgeçilip serbest piyasa ekonomisine geçişin temelleri atılıyor.
Bu kararlar ile Türkiye’nin korumacı ekonomi politikasından vazgeçip, küresel kapitalizme piyasalarını açan serbest piyasa modeline geçiş sağlanmıştır.
24 Ocak kararlarının ana hatlarını şu şekilde sıralayabiliriz:
1-Dövize çevrilebilir mevduat uygulamasına son verilmiştir.
2-Döviz alım satımı serbest bırakılmıştır.
3-%32 oranında devalüasyon yapılarak günlük kur ilanı uygulamasına gidilmiştir. Türk lirası konvertibl (değiştirilebilir) hale gelmiştir.
4-Devletin ekonomideki payını küçülten önlemler alınmış, Kamu İktisadi Teşekküllerinde (KİT) uygulamaya paralel olarak tarım ürünleri destekleme alımları sınırlandırılmıştır.
5-Gübre, enerji ve ulaştırma dışında sübvansiyonlar kaldırılmıştır.
6-Yurt dışı müteahhitlik hizmetleri desteklenmiştir.
7-İthalat kademeli olarak liberalize edilmiş, ihracat; vergi iadesi, düşük faizli kredi, imalatçı ihracatçılara ithal girdide gümrük muafiyeti, sektörlere göre farklılaşan teşvik sistemi ile teşvik edilmiştir.
8-Dış ticaret serbestleştirilmiş, yabancı sermaye yatırımları teşvik edilmiş, yabancı yatırımcıların kâr transferlerine kolaylık sağlanmıştır.
9-Kamu harcamalarının sınırlandırılması, ücretlerin düşürülmesi, serbest döviz kuru gibi ekonomik önlemler alınması kararlaştırılmıştır.
Böylece KİT kaynakları, memur ve işçi ücretleri, ürün taban fiyatları, yatırım alanları, yabancı sermayeye karşı tutum, üretimin iç ve dış pazara yönelme düzeyi gibi tüm stratejik alanlar, IMF’nin istekleri doğrultusunda belirlenmesinin önü açılılmış oluyordu.
Süleyman Demirel-Turgut Özal ikilisinin dış finans kuruluşlarının desteğini alarak 24 Ocak 1980’de ilan ettikleri ekonomik kararlar, ülke açısından önemli bir dönüm noktası oldu. Sermayenin istediği, ücretlerin düşürülmesi yoluyla yurt içi talebin daraltılması ve yurt dışı pazarlara ihraç edilecek artı değerin yaratılmasıydı.
İhracata dayalı ekonomi modeli olarak adlandırılan yeni ekonomi modeli, yerli üretimin sınırlandırılarak ithalata ve sıcak paraya bağımlılığın gelişmesine, kamunun özelleştirmelerle üretimden çekilmesine, özel tüketimin arttırılmasına ve özel sektörün kamu kaynaklarıyla desteklenmesine dayandırılıyordu.
24 Ocak kararlarından 8 ay sonra gelen 12 Eylül askeri darbesi, kararların uygulamasını bir hayli kolaylaştırmıştır. 24 Ocak kararlarına grev kararları ile yanıt veren işçilere, sermaye 12 Eylül darbesi ile karşılık verdi.
Bakın Uğur Mumcu bu konuda ne diyor;
“Ülkenin toplumsal, ekonomik, siyasal yaşamına bir bomba gibi iner bu kararlar. Ama acısı sonradan fark edilen bir bıçak yarası gibi… Göreceli de olsa demokratik bir yapıda, seçilmiş bir parlamento ile, iyi kötü ifade özgürlüğünün kullanılabildiği bir ortamda bu kararları yaşama geçirmek son derece güçtür. Bu nedenle olacak, 24 Ocak Kararlarını 12 Eylül darbesi izler. 24 Ocak Kararlarının gerisindeki IMF programı ancak bu sayede, yani ‘süngü zoruyla’ tam bir uygulanabilirlik kazanmıştır. Ancak sırf 24 Ocak kararları adamakıllı uygulansın diye askeri yönetimi sürgit uzatmak da mümkün değildir. İşte 1982 Anayasası, yani 12 Eylül Anayasası da bu sorunun çözümünü sağlar.”
24 Ocak Kararlarının 12 Eylül darbesinden daha etkili olduğunu savunanlar, gerekçe olarak bu kararlarının etkisinin halen devam ettiğini öne sürmektedirler.
24 Ocak Kararlarının uygulamaya konmasının bugün 43. yılı. Geldiğimiz noktaya baktığımızda bu kararların alınmasına destek olanlar da karşı çıkanlar da olacaktır.
Karar sizin, ben bugünkü zaman yolculuğumuzu burada sonlandırıyorum.
Bir başka zaman yolculuğunda görüşmek üzere…
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.