Gazze için gündeme getirilen “Riviera of the Middle East” projesi, ilk bakışta bir yeniden inşa ve kalkınma planı gibi görünebilir.
Batı medyasının sunduğu paketlemede, yıkımın ortasında doğacak modern bir tatil şehri, yatırımcıların ilgisini çekecek akıllı altyapılar, bölgenin yeniden canlanacağına dair iyimser bir tablo çiziliyor. Ancak planın detaylarına yakından bakıldığında, aslında çok daha derin ve karanlık bir mantık ortaya çıkıyor: Bu tasarım, bölgenin 2 milyondan fazla insanını neredeyse yok sayarak hazırlanıyor. Onlar, ne karar verici masalarda ne de medya anlatılarında özne olarak yer buluyor. Varlıkları, planın “engel”i olarak kodlanıyor; yoklukları ise yeni bir düzenin şartı gibi sunuluyor. Bu noktada mesele, yalnızca siyasal bir tercih değil, insanlığın geleceği açısından temel bir zihinsel sapmaya işaret ediyor. Çünkü milyonları görmezden gelmek, basit bir stratejik hesap değil; psikolojik, sosyolojik ve ahlaki düzeyde köklü bir deformasyonun yansımasıdır.
Kolonyal Zihniyetin Yeni Ambalajı
Tarih boyunca sömürgecilik pratiklerinde hep aynı zihinsel kalıbı görürüz: toprak değerli, insan değersizdir. Afrika’nın zengin madenleri çıkarılırken halk köleleştirilmiş, Latin Amerika’nın tarım alanları genişletilirken yerli halk sistematik biçimde yok edilmiş, Asya’nın ticaret yolları kontrol edilirken kültürler silinmişti. Bugün 21. yüzyılda karşımıza çıkan Gazze planı, aynı kolonyal zihniyetin modern bir versiyonudur. Fark yalnızca ambalajdadır. Eskiden “medeniyet götürmek” denirdi, şimdi “yatırım çekmek” deniyor. Eskiden “vahşileri terbiye etmek” gerekçesi kullanılırdı, şimdi “sürdürülebilir kalkınma” masalı dolaşıma sokuluyor. Ama temel mantık hiç değişmedi: halkı sil, mekânı değerli kıl.
Sosyolojide bu durum “görünmezlik” kavramıyla açıklanır. Hannah Arendt’in de altını çizdiği gibi, yurttaşlığın anlamı yalnızca hukuki statü değil, aynı zamanda görünürlük, yani siyasal özne olabilmektir. Bir insan, ancak kamusal alanda sesi duyulduğunda, temsil edildiğinde ve hikâyesi kayda geçtiğinde tam anlamıyla yurttaştır. Gazze halkı bu plan çerçevesinde işte bu görünürlükten mahrum bırakılıyor. Onların varlığı, ne kamusal bellekte ne de siyasal temsilde kabul görüyor. Böylece 2 milyon insan, fiilen “mevcut” ama siyaseten “yok” kılınıyor. Bu durum, yalnızca bir nüfus politikası değil; aynı zamanda kolektif bir mülksüzleştirme süreci. İnsanlar topraklarından değil, öncelikle özneliklerinden koparılıyor.
İnsansızlaştırmanın Psikolojisi
Psikolojik açıdan bakıldığında karşımıza çıkan en önemli kavram “dehumanization”, yani insansızlaştırmadır. Sosyal psikolojide sıkça incelenen bu mekanizma, bir grubu “tam insan” olarak görmemenin, onların acısını ve haklarını önemsizleştirmenin temel yolu olduğunu gösterir. Tarihte en trajik sonuçlara yol açan olayların hemen hepsinde bu mekanizmayı görürüz. Nazi Almanyası’nda Yahudiler “haşere” olarak kodlandı; Ruanda’da Tutsiler “hamamböceği” diye anıldı. Bu dil, fiziksel şiddetten önce gelen zihinsel zemindi. Gazze planında açıkça böyle kelimeler kullanılmıyor olabilir; ama 2 milyon insanı projeden bağımsız, hatta proje için “engel” olarak görmek, aynı zihinsel mekanizmayı yeniden üretiyor. İnsan, yatırım tablolarının dışına atıldığında, onun hakları da otomatik biçimde önemsizleşiyor.
Bu zihinsel kalıbın bir ayağı da kolektif narsisizmdir. Uluslararası ilişkilerde büyük güçler, kendi çıkarlarını evrensel hakikat gibi sunma eğilimindedir. “Bu proje barış getirecek”, “ekonomi için faydalı olacak” gibi söylemler, aslında belirli ulusların çıkarlarının tüm insanlık adına konuşuyormuş gibi aktarılmasından ibarettir. Oysa evrensel olma iddiası, özünde derin bir tek taraflılık taşır. Bir grubun refahı, diğer grubun görünmezliği pahasına inşa ediliyorsa, bu evrensel bir iyilik değil, narsisistik bir projeksiyondur.
Burada medyanın oynadığı rol hayati. Çünkü medyanın kullandığı dil, toplumsal algıyı şekillendiren en güçlü araçtır. Gazze planına dair haberlerde kullanılan ifadeler, bunun tipik bir örneğini sunuyor. Washington Post’un “voluntary relocation” yani “gönüllü yer değiştirme” tabiri, aslında kolektif bir sürgünü neredeyse turistik bir hareketlilik gibi sunuyor. Yıllardır Filistin meselesinde kullanılan diğer terimler de aynı işlevi görmüştü: “çatışma” ifadesi, orantısız saldırıları örtmüş; “yerleşim” kelimesi, işgalin üzerini örtmüştü. Bu tür dil oyunları, yalnızca olayları tanımlamakla kalmaz, aynı zamanda onları meşrulaştırır. İnsanların dramı, sözcüklerin estetiği içinde görünmezleşir.
Medya aynı zamanda zamansallığı da manipüle eder. Gazze’deki açlık haberleri birkaç gün boyunca dramatik görüntüler eşliğinde manşet olur, çocukların açlıktan çektiği fotoğraflar sosyal medyada dolaşır, ardından gündem değişir ve sessizlik başlar. Oysa gerçek dram yıllara yayılan bir yapısallıktır: kuşatma, ambargo, sistematik işsizlik, altyapının sürekli çökertilmesi. Medya bu uzun vadeli sömürüyü görmez; yalnızca kısa süreli dramatik anları öne çıkarır. Böylece halkların zamanı dondurulur. Onlar hep “anlık mağdur” olarak temsil edilir, ama asla geleceğin öznesi olarak tanınmaz.
Uluslararası hukuk perspektifi ise bambaşka bir tabloyu ortaya koyar. 1948 Soykırım Sözleşmesi, bir halkın topluca göçe zorlanmasını, kimliğinin sistematik biçimde silinmesini açıkça insanlığa karşı suç kategorisine yerleştirir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, herkesin doğduğu yerde yaşama hakkını güvence altına alır. Bu bağlamda, 2 milyon insanın “gönüllü taşınma” adı altında yerinden edilmesi, hukuki açıdan yalnızca etik bir problem değil, potansiyel bir suçtur. Ancak medya bu hukuki çerçeveyi gündeme getirmez. Çünkü hukukun devreye girmesi, projeyi meşrulaştıran kalkınmacı masalları boşa çıkarır.
Bugün bu plana yönelik uluslararası tepkiler de, aslında bu sessizleştirme stratejisinin nasıl işlediğini gösteriyor. Avrupa Birliği, projeye mesafeli ama ihtiyatlı açıklamalarla yaklaşıyor; açık bir karşı çıkış yerine “taraflarla istişare” vurgusu yapılıyor. ABD yönetimi ise projeyi diplomatik bir başarı olarak sunmaya çalışıyor, ekonomik boyutunu öne çıkarıyor. Bölge ülkelerinin tepkileri ise parçalı: bazı Körfez ülkeleri ekonomik fırsatlara göz kırparken, Ürdün ve Katar gibi aktörler daha temkinli ifadeler kullanıyor. Bu tablo, uluslararası siyasetin de insandan çok projeye, halktan çok toprağa odaklandığını gösteriyor.
Burada temel sorun, yalnızca Gazze halkının görünmez kılınması değil; aynı zamanda uluslararası toplumun sessizliğidir. Hukukun açık hükümlerine rağmen, büyük güçler hukuku değil, çıkarlarını esas alıyor. Sessizlik, görünmezliğin en güçlü müttefiki haline geliyor.
Görünmez Kılınan Sadece Gazze Halkı Değil
Bütün bu mekanizmalar birleştiğinde ortaya çıkan tablo şudur: 2 milyon insanı yok saymak, yalnızca siyasi bir karar değil; bir tür bilişsel deformasyondur. Önce insanlar görünmez kılınır, sonra projeler üzerinde hesap yapılır. Önce “toprak” ve “yatırım” öncelik kazanır, ardından halk bir “değişken” olarak kayıtlardan silinir. Bu sürecin psikolojik boyutunda insansızlaştırma, sosyolojik boyutunda görünmezlik, siyasal boyutunda kolonyal zihniyet, medyatik boyutunda ise dil oyunları vardır. Hepsi birlikte, insanın insana bakışında derin bir körlük yaratır.
Aslında en trajik olan da şudur: Eğer 2 milyon insanı görmezden gelebiliyorsak, aslında görünmez kılınan yalnızca onlar değil, insanlığın ortak vicdanıdır. Çünkü bir toplumun dramı, başka bir toplumun yatırım planına sığabiliyorsa, o noktada artık bilim, hukuk, siyaset değil, çıplak güç ve çıkar konuşuyordur. Gazze’nin sessizleştirilen sesi, bu çıplaklığın en acı hatırlatıcısıdır. Eğer bu zihinsel sapma devam ederse, yarın dünyanın başka köşelerinde de benzer projeler devreye sokulabilir. Bugün Gazze’de yok sayılanlar, yarın başka bir coğrafyada başka halklar olabilir. Bu yüzden mesele yalnızca Gazze’nin değil, bütün insanlığın meselesidir.
Fotoğraf: en.mehrnews.com
***
Medya Günlüğü sosyal medya hesapları: