Metin Gülbay
Fransa Kralı 1. François’nın (Fransua okunur) hizmetindeki Gabriel d’Aramon, kralın ölümünden sonra tahta geçen oğlu 2. Henri tarafından İstanbul’a büyükelçi olarak gönderildi. d’Aramon’un maiyetindeki birçok bilim insanı arasında botanikçi Pierre Belon da vardı.
1517 yılında Belon gençliğinde eczacı çırağı olarak çalışmış, Clermont Piskoposluğu’nda eczacılık görevine getirilmişti. Belon mesleği gereği Hollanda ve İngiltere’ye gitmiş dönüşünde le Mans Piskoposu René du Bellay’in desteğiyle Vittenberg Üniversitesi’nde ünlü bitki bilimci Valerius Cordus’un öğrencisi olmuştu. 1542’de ise Paris’te tıp eğitimi aldı.
Belon İstanbul’a 1547 yılı mayıs ayında geldi, ağustosa kadar kalıp Mısır’a geçti. Arabistan, Filistin, Suriye’yi gezerek Anadolu’ya geçen Belon Antakya’dan sonra İskenderun Körfezi’ni dolaşarak Adana’ya, sonra Konya, Akşehir, Afyon’a gitti. Afyon’da kış aman vermeyince zamanını bu kentte geçirdikten sonra Kütahya, Bursa, Mudanya üzerinden İstanbul’a döndü.
1549 yılında Fransa’ya giden yazar gezilerine ilişkin bu kitabını 1553 yılında yayınladı. Kitap gözden geçirildikten sonra 1554, 1555 ve 1588 yıllarında yeniden yayınladı. 1589’da ise Latince çevirisi yapıldı. Belon d’Aramon’un yanında Kanūnī Sultan Süleyman’ın 1548’de çıktığı İran seferine de katıldı.
Belon’un eseri Türkiye’de Kitap Yayınevi tarafından yayımlandı, yapıtın adı “Pierre Belon Seyahatnamesi”, İstanbul ve Anadolu Gözlemleri (1546-1549) Antakya, Adana, Konya, Afyon, Kütahya, Bursa.
Hazal Yalın’ın enfes çevirisiyle Türkçeye kazandırılan yapıt gezi döneminde Osmanlı İmparatorluğu halklarına ve Türklere ilişkin ayrıntılı bilgilerin yanı sıra yazarın mesleki gözlemleri (botanik alanında) aynı zamanda imparatorluğun coğrafî bölgelerine ilişkin ayrıntılı bilgiler de içeriyor. Okumaya doyamayacağınız bir yapıt anlayacağınız.
Ben seyahatnamenin sayfalarından minik alıntılar yaptım. Geneli hakkında bir bilgi vermeyecek biliyorum ancak amacım zaten kitap tanıtımı yapmak değil. Türklerin yaşamına, geleneklerine ilişkin yabancıların gözlemlerini aktarmak. Dış güçler, affedersiniz, dışarıdan yapılan gözlemler biliyorsunuz çok önemli. Sizin kendinizi nasıl gördüğünüzden çok başkalarının sizi nasıl gördüğüne değer veriliyor artık. Çünkü siz nesnel olamayabilirsiniz ama dışarıdan bakanlar nesnel bir gözle bakıyorlar göreceli olarak. Tabii onlar da kendi öznellikleri içindeler ama gerçekleri yakalayıp çıkarmak da artık biz okurlara kalıyor.
İsterseniz başlayalım artık.
Türklerin kervansarayları ve bedava çorbaları
“Türkler çorbalarını muhtelif isimlerle andıklarından yolculara sadaka kabilinden verdikleri yemekleri açıklamanın münasip olduğunu düşündüm. Buraya (kervansaraya, M.G.) gelen hiç kimse, ister Yahudi, ister Hristiyan ister putperest ya da Türk (Müslüman) olsun, geri çevrilmez. Karşılıksız olarak en çok trachana (tarhana) ya da bohourt (kurut) veya afcos (mercimek) veya pirinçten yapılmış çorbalar verilir.
İnsan böyle eskiye ait anıları okurken neler öğreniyor. Örneğin kurut ve tarhananın Midilli’de yapıldığını. Belki de kökeni de oradadır, bilemiyorum.
“Metelin (Midilli) sakinleri, ekşi sütle (yoğurt) karıştırdıkları unu pişirmekte pek maharetlidir. Bunlar ilkin unu kaynatır, sonra güneşte kuruturlar ve bununla kurut dedikleri bir karışım yaparlar. Bu kurut Midilli’den getirilir ve çorba yapmak için yaygın olarak kullanıldığı Türkiye’nin her yerine gönderilir. Midilli ahalisi, undan hiç de ilkinden az talebi olmayan tarhana dedikleri bir şey daha yapar. Bu, benim kanaatime göre, eski zamanlarda Yunanistan ve İtalya’da maza (arpa lapası) dedikleri şeydir. Bu iki şeyin, yani kurut ve tarhananın kullanımı Türkiye’nin her yerinde öyle yaygındır ki, herhalde daha yaygın olamaz; zira çorbalarında bunları kullanmadıkları müddetçe yemekten keyif alamazlar.
Pirince de öyle düşkünler ki, her sene Mısır’dan deniz yoluyla en az altı gemi dolusu getirip İstanbul’a boşaltırlar. Mısır’dan deniz yoluyla büyük miktarlarda getirdikleri başka bir bitki türü daha vardır; buna Yunanlar afcos (mercimek) derler; bu, (antik Yunancadaki) aphace’den bozulmuş bir kelimedir. Bundan her mevsim getirilip istendiğinde dağıtılmak üzere depolanır.
Türklerin yemek usulleri bizimkinden çok farklıdır; eti piştiği zaman tencereden çıkarır ve karışımı koyulaştırmak için içine istedikleri bir şey katarlar. Bir defada çok miktarda hazırladıklarından uzun tahta kaşıkla karıştırırlar. Yemeklerini masada yemezler; yere çökerler ve bir masa örtüsü niyetine kenarlarına keselerde olduğu gibi kordon geçirilmiş yuvarlak bir deri sererler. Türkiye’de belki de büyük beyler haricinde hiç kimse kuşağında bıçak taşımaz. Herkesin kendi kaşığı vardır ve bu suretle parmaklarının yağlanmasına mani olurlar, zira peçeteye alışkın değillerdir. Ama parmaklarını büyük bir mendille silerler.
Hiçbir Türk, kim olursa olsun, böyle bir kervansarayda kalmaktan veya tarif ettiğim biçimde bedava yemek yemekten utanmaz, zira ülkenin adeti böyledir. Bir yabancı dahi en seçkin bir şahsiyetle aynı muameleyi görür. Yalnız bu söylediklerim, yalnızca bu tür hayır müesseselerinin kurulmuş olduğu bucephala (Vukafala) * gibi yerler için geçerlidir.” s. 22-23.
Osmanlıların Araplar gibi yemeği elleriyle yediklerine ilişkin savlar herkes kendi kaşığını taşıdığına göre tüm toplum için geçerli değilmiş demek ki.
Türklerin haraç hırsı o kadar güçlüdür ki…
“Meriç Nehri üzerinde köprü olmadığından karşıya tekneyle geçmek gerekir. Bu ülkenin adetine göre bir adam at yüküyle birlikte geçerken tekneye sadece bir asper (akçe) öderken rehberim ve kendim için on beş akçe ödemem gerekti; çünkü Türkler kendilerini yabancılara karşı avantajlı hissettiklerinde onları ellerinden geldiğince soyup soğana çevirecek kadar aç gözlüdürler, beriki ise onların taleplerini ödemek zorundadır. Türklerin bu haraç hırsı o kadar güçlüdür ki, para sızdırmak için ufak bir fırsatları olsa babalarını bile soyarlar.” s. 31
Tanıdık geldi mi bu sözler? İstanbul’daki taksi şoförlerini anımsadım birden nedense…
Padişahlar balığı ete tercih ederdi
“Etten hoşlanmayışları ve de balığa verdikleri itibar, eski Yunanlar ve Latinlerin kuşlar hakkında balıklardan çok daha az şey bilmeleri sonucunu doğurmuştur. Böylece eski zaman hekimleri yiyecekler hakkında yazdıkları kitaplarda, kara hayvanları hakkında olduğundan çok daha fazlasını balıklar hakkında söylemişlerdir; Roma imparatorlarının ve büyük beylerinin şölenlerinde kuşlara (belki ardıçkuşu ve çiltavuklar dışında) bugün bizim verdiğimiz itibarı sunduklarını göremeyiz; zira balıktan, başka herhangi bir av hayvanından daha fazla zevk alırlardı; dolayısıyla keklik, sülün, çulluk, yağmurkuşu ile Fransızların çok lezzetli bulduğu diğer kuşlara, en obur Roma imparatorlarının sofralarında bile itibar edilmezdi. Bizzat padişahın, kendinden önce gelen padişahların ve sarayının da balığı ete tercih ettiklerini, İstanbul pazarlarında av etinin çok az görüldüğünü de ilave edeceğim. Yaşadıkları yer balıktan yana zengin olduğundan muhtelif metotlarla avlanmaya çıkarlar.” s. 47
Osmanlılar balık yemezdi savı tamamen yanlışmış. Tam tersine balık yiyip çok fazla av eti yemezlermiş.
Yaban hayvanlarına büyük itina ile bakılıyor
“… Tekfur Sarayı denilen çok eski bir sarayın yıkıntıları da vardır ki Türkler fillerini ve diğer hayvanlarını burada tutar. İstanbul’da padişahın yabani hayvanlarını tuttuğu bir yer daha vardır; bu, hipodroma yakın eski bir kilisedir;** kilisenin her bir kolonuna bir aslan bağlıdır. Ben bunu büyük bir hayretle gördüm, zira bunları çözüyorlar, onlarla meşgul olduktan sonra tekrar bağlıyorlar, hatta bazen şehirde dolaştırıyorlar. Her ne kadar barbar olsalar da bütün büyük beyler bu kendine has ve nadir bulunan hayvanları izlemekten keyif aldıklarından ötürü, Türklerin idare ettiği milletlerden herhangi biri yabani bir hayvan yakalayacak olsa bunu İstanbul’a gönderiyor ve imparator da bu hayvanla itinayla ilgilenilmesini emrediyor. Bundan başka zincire vurulu kurtlar, yabani eşekler, kirpiler, oklukirpiler, ayılar, vaşaklar ve kar leoparları da var ki bu sonunculara vaşak da deniliyor. Latinlerin mures pontici, yani Karadeniz sıçanı dediği kakımlar gibi çok küçük hayvanlara bile büyük bir itina gösteriliyor.” s. 57-58
Osmanlı’nın İslamiyet dolayısıyla hayvanlara kötü davrandığı, onları murdar yani kirli, pis saydığı inancının pek doğru olmadığı görülüyor. Yazarın büyük bir hayretle gördüğü gibi yabanî hayvanlar evet esir hayatı yaşıyor ancak onlara kötü davranılmıyor, bakımlarına büyük özen gösteriliyor, hatta bazıları şehirde gezmeye çıkarılıyorlar. Ve bu yalnızca saraya özgü bir durum değilmiş, büyük beylerin de bu hayvanlara karşı büyük merakı varmış.
Bu konuda başka kayıtlar da var.
“II. Bayezid dönemine ait kanunnamede hayvanların hakları şöyle tespit edilmiştir: Ayağı yaramaz beygiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözeteler ve semerini göreler. Ve ağır yük vurmayalar. Zira dilsüz canavardır. Her hangisinde eksük bulunursa, sahibine tamam etdüre. Etmeyeni ve eslemeyeni gereği gibi hakkından gele.”
“16. yüzyılın sonlarında İstanbul’da bulunan Domenico Hierosolimitano ise Türklerin hayvan sevgisini şöyle anlatır: Şehirde birçok yerde büyük meydanlarda ve özellikle Sultan Bayezid Camii yanındaki meydanda, tek işi ahşap şişte hayvan ciğeri kavurmak olan birçok insan vardır. Çok sayıda ve itibarlı insanlar bu yarı pişmiş ciğer şişlerinden almak için toplanırlar ve doğal içgüdüleriyle orada toplanan kediler yesin diye onlara verirler. Çok büyük bir hayır işi yaptıklarını düşündükleri için, Müslümanlar kafesteki kuşları ve diğer hayvanları azat etmek geleneğine de sahiptir; yani şehirdeki kafeste kuşların satıldığı yerlere giderler. Onları satın alırlar ve hemen onlara özgürlüklerini verirler, böylece Hz. Muhammed’i sevindiren hayırlı bir amel sergilediklerini düşünürler. Atlar için de böyle bir geleneğe sahiptirler, eğer bir kişi atına aşırı yük yüklerse ve polis tarafından görülürse, hemen tutuklanır. Burun delikleri delinir, atın kuyruğuna bağlanır ve ihtisab ağası onu bu şekilde şehir boyunca dolaştırır.” (1)
İhtisab ağası da kim diye soran olur belki. “İhtisab ağası” veya “muhtesib”, İslâm toplumsal düzeninde, kent ve kasabalarda belde hizmetlerini yürütmekle görevli olan kişiyi tanımlayan sözcüktür.
Türkler esir aldıklarını köle olarak satarlar
Esir alınanların köle yapılması o dönemin tüm devletlerinin yaptığı bir uygulamadır. Osmanlı’da İlk olarak 1. Murat döneminde alınan savaş esirlerinin sayısı zamanla çoğalınca iş köleliğe dönüşmüştür. Kölelerin ne kadar paraya özgürlüklerine kavuştuklarına ilişkin bir bilgi vermesi için Sofya kadı sicillerini mercek altına alan bir çalışmaya başvuralım:
“Köle ve cariyelerin parasal değeri konusunda sicillerde maalesef yeteri kadar veri bulunmamaktadır. Evâsıt-ı Receb 1027 tarihinde efendisi Mustafa Çelebi ile mukatebe anlaşması imzalayan Piyale bin Abdullah, özgürlüğüne kavuşmanın bedeli olarak 13.000 akçe ödemiştir (S 1bis: 138). Hasan Efendi bin Mehmed Kasım’ın Macar asıllı kölesi Kenan bin Abdullah, azatlık bedeli olarak 200 esedî guruş ödemek durumunda kalmıştır.” (2)
Esir alınanların erkek olanlarına köle kadınlara ise cariye deniyordu. Köle ve cariyelerin köle pazarlarında kaça alınıp satıldığına ilişkin bir bilgiye ulaşamadım, benim beceriksizliğim olarak kabul edin. Dilerseniz yeniden Belon’a dönelim.
“Andros Adası’ndan gelen bu zavallı insanlar, bizim yardımımız olmasa, Türklerin kölesi olacaktı. Türkler, ister karada ister denizde olsun esir aldıkları insanları asla öldürmeyip satarlar. Eğer köle güzel ve genç bir kadınsa 80 veya 100 dukadan satılır; ihtiyar bir kadın 30 veya 40 duka, hoş görünümlü genç bir oğlansa 40 veya 50 duka eder. Gücü kuvveti yerinde genç bir adamdan 60 duka alırlar. Gemilerin daima silahlı olmasının ve silahlı olmayan gemilerin de daima dehşet içinde bulunmasının nedeni budur.” s. 91
Kos (İstanköy) Adası Türklerle doluymuş
“Kos kasabası bütünüyle Türkler tarafından meskûndur; koca adada Yunanların meskûn olduğu sadece iki köy vardır. Kos Adası’nın hisarına ve şehrine İstanköy denir. Hisar yüksektedir; Midilli ve Bozcaada hisarlarında olduğundan daha geniş bir alanı çevreler. Kasaba aşağıdadır, hisarın alt tarafında, sahile kuruludur. Ada çok bereketlidir ve hayvanlardan yana da zengindir, uzuncu bir biçimi vardır.” s. 95
Yazarın anlık bir gözleme dayanarak mı bunu söylediğini merak ettim. Çünkü Ege adalarında Türkler hiçbir zaman çoğunluğu oluşturacak sayıda olmamışlardı, yerli halk hep Rumlardan oluşuyordu. Yanılmamışım, şu bilgilere ulaştım sonunda.
“1522’de, Osmanlı fethi sonrası sayıma göre Narince’de (Narence) 17 mahalle-505 hane, Pili’de 8 mahalle-404 hane ve Kefaroz’da 4 mahalle-216 hane Rum bulunmaktadır. Adanın Türkleştirilmesi için 79 gönüllü Türk hanesi, Narince’ye yerleştirilir. Zaman içinde iskan politikası çerçevesinde çeşitli başka gruplar da adaya yerleştirilir. Örneğin, 1892 yılında doğudan Hemond Aşireti bir kısmı İstanköy’e olmak üzere Ege adalarına yerleştirilir. Bir diğer önemli iskan olayı ise Giritli muhacirlerdir. İstanköy ve Rodos’a toplam 1.430 Girit muhaciri iskân ettirilmiştir. Aynı zamanda ada kimi Osmanlı yetkililer ve aileleri için sürgün yeriydi.” (2)
Tüm eski binalar ayakta
Cumhuriyet döneminde eski yapılara gösterilmeyen özenin Osmanlılar tarafından gösterilmiş olduğunu söylesem inanmazsınız değil mi? Ama ben söylemeyeceğim Belon’dan aktaracağım. Tabii bunu eskiye olan saygılarından mı yapıyorlardı bilemiyorum ama bugün İslami olmayan yapılara hatta İslami olanlara bile gösterilen hoyratlık Osmanlı döneminde yokmuş. Bu arada Osmanlı’nın eğer ileride kendilerine karşı kullanılacağını düşünüyorlarsa ele geçirdikleri hisar ve kaleleri yıktıklarını biliyoruz başka metinlerden. Ama bu eski eser düşmanlığı değil tabii ki. Hele bugünkülerin yaptığı gibi “bunlar kâfirlerin yapıları” deyip yıkılması veya yıkılmaya bırakılması hiç değil.
“İster Fransız isterse de başka milletlerden olsun Rodos Şövalyelerinin bütün binaları halen her yerde ayaktadır, zira Türkler buldukları hiçbir armayı, resmi, heykeli veya kabartmayı ve işareti kaldırmadı. Hem İtalyanca hem Fransızca birçok yazıt da halen okunabilmektedir. Ayrıca, Türklerin her zaman böyle bir adetleri olduğunu, ele geçirdikleri her hisar ve kaleyi buldukları gibi bıraktıklarını, hiçbir bina veya oymayı yok etmediklerini de söylemeliyim.” s. 96
Her gezginin anısından farklı şeyler öğreniyoruz Osmanlı’ya ilişkin. Hepsi aynı gözlükle bakmıyor atalarımıza ancak bir ortalama çıkarmak da mümkün.
Ben Metin Gülbay, herkese keyifli bir hafta sonu dilerim.
Manşet fotoğrafı: Abdullah Biraderler’in çektiği bir kare. Abdullah Biraderler aslında Osmanlı vatandaşı Ermenilerdir. Viçen, Hovsep Abdullahyan ve Kevork kardeşler kendilerine Abdullah Frères yani Abdullah Kardeşler ticari adını aldı. Kardeşler o kadar ünlendi ki ünleri saraya kadar ulaştı. 1863 yılında, Sultan Abdülaziz kardeşleri İzmit’teki av köşküne çağırarak portresini çektirdi. Sonucu o kadar beğendi ki “Yüzüm ve asıl görüntüm, Abdullah Biraderler’in çektiği fotoğraftaki gibidir. “Emrediyorum, bundan böyle yalnızca onların çektiği fotoğraflarım resmî fotoğraf olarak tanınsın ve böyle kabul edilerek her tarafa dağıtılsın” diye emir verdi.
* Vukafala Akra, Mora Yarımadası’nın batı ucundaki Troezen ilçesi yakınlarında antik bir şehirdir. Kavala yakınlarında ise bu adla bir yerleşim bulamadık.
** Bizans imparatorlarının Sultanahmet Meydanı’ndan Marmara kıyısına kadar uzanan geniş bir alanı kaplayan büyük sarayının Ayasofya önüne açılan en önemli girişine Halke Kapısı deniyordu. Buna komşu durumdaki Bizens kilisesi ise Hristos tes Halkes (Halke İsası) diye adlandırılmıştı. 16 veya 17. yüzyılda bu eski kilisenin alt katına ve belki de yanındaki mahzenlere başta arslan olmak üzere çeşitli hayvanlar yerleştirilmiş bu nedenle de buraya Arslanhane denmeye başlanmıştı.
1- https://www.fikriyat.com/galeri/yasam/osmanlida-hayvan-sevgisine-dair-detaylar/3
2- https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/165233 Osmanlı Toplumunda Köle ve Cariyeler, Sofya 1550- 1684, İbrahim Etem Çakır.
3- https://tr.wikipedia.org/wiki/On_%C4%B0ki_Ada_T%C3%BCrkleri