16. yüzyıla kadar öyle ya da böyle Kuzey Avrasya’nın hâkim gücü olan Türkler ve Tatarlar gibi Türk kökenli halkların, çok değil sadece birkaç yüzyıl içerisinde Slav kavimleri karşısında önce askeri ve siyasi ardından da diğer bakımlardan ağır yenilgiler alıp sonuç olarak tarihsel açıdan başarısız olmalarının doğaldır ki sayısız ve çok çeşitli nedenleri bulunmaktadır.
1500’lerden itibaren başta Ruslar olmak üzere doğu Slavların Rus Çarlığı bünyesinde topraklarını inanılmaz derecede genişletmeleri ve nispeten kısa bir süre içinde dünya çapında “Batılı-Avrupai” bir medeniyet kurabilmelerinin başında gelen en önemli sebeplerden birisi yerleşik ve “ovada” yaşayan halklar olmalarıdır. Bu bağlamda göçebelik-yerleşiklik yönünden kuzey Avrasya halklarını temel anlamda üç ana grupta toplayacak olursak: Moğollar tamamen göçebe bir kavim olup bu noktada, askeri egemenlikleri ve siyasi sınırları ile kurdukları uygarlığın güçlülüğü ve kalıcılığı / sürekliliği ters orantılıdır. Türk-Tatar halkları ise yarı-göçebe kavimler özelliği gösterip; medeniyet konseptleri yerel, sınırlı ve cılız olup, politik olarak hükmeder gözüktükleri sınırlara da haliyle ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan gerçek anlamda ve uzun erimli tam olarak egemen olamamışlardır.
Dağlı olmaları dezavantaj
Ağırlıklı olarak ve yüzyıllar boyunca Tanrı Dağları, Altay Dağları, Ural Dağları, Trans-Kafkas Dağları, vs. gibi yüksek ve geniş dağlık alanlarda ve yine buraların etrafındaki yüksek rakımlı yaylalarda yaşayan Türkik kavimler, bu göreli coğrafi dezavantajlarından dolayı “homojen” şekilde yayılamamışlardır. Engebeli ve düz olmayan arazide ilerlemeleri; farklı boy, kavim ve etnik grupların aralarda engin çöller, büyük deniz ve gölleri de bırakacak biçimde düzensiz ve gelişine yayılmaları neticesinde; toplamda aynı dil ailesine mensup ve aynı ırk-etnolojik kökene ait olmalarına rağmen zamanla, her birinin arasında çok ciddi ve ayırt edici lisan, lehçe ve diyalekt ayrımları dahası kültür farklarının gireceği onlarca farklı gruba ayrılmışlardır.
Bundan dolayı aradan asırlar geçtikten sonra; aralarında kısmi ve izafi benzerlikler bulunsa dahi, Anadolu’dan, İran Platosuna, oradan Urallar’a ve Uzak Asya’ya kadar sayısız Türki halk, değil sadece yakın çağlardan itibaren veya günümüzde, çok uzun zamanlardır dilsel açıdan neredeyse birbirlerini anlayamayacak duruma düşmüşler ve de iktisadi yapı, sosyal-antropolojik-kültürel nitelikler itibariyle büyük oranda farklılaşmışlardır.
Ovaya egemen olan kazanır
Genel olarak Doğu Slav halkları, özel olarak ise Rus topluluklarının Türkik kavimlere kısasla büyük bir potansiyel avantajları vardı. O da; hepsinin de ovada, yani en düşük rakımlı yeşil ve verimli düzlüklerde uygarlık sahnesine çıkmaları ve devletleşme serüvenlerine başlamalarıydı. Bunun tabii bir sonucu da; Türklere nazaran çok daha “bağdaşık” olarak, kendi kavim ve boyları arasında fazla ayrışma, farklılaşmaya mahal vermeden azami derecede ve alanda ilerleyebilmişlerdir. Yine tam da bundan dolayı bugüne gelindiğinde Polonya sınırından Pasifik Okyanusu kıyısındaki Vladivostok şehrine; Kuzey Buz Denizi’nden Fars-Afgan ve Çin hudutlarına değin, çok ufak ve önemsiz şive başkalıkları bir kenara bırakılırsa, hemen hemen aynı ve standart Rusça dili konuşulmaktadır.
Uygarlık kurmak ve onu kurumsallaştırmadaki “yerleşik-göçebe” ile “ovalı-dağlı” ikili karşıtlığının yarattığı esas potansiyel avantajlar ise: Birincisi yerleşik olan kolektif fiziksel, ussal enerjisini daimi olarak medeniyet ve kültürü ilerletmek için kullanır, üretici güçlerini de bu uğurda seferber ederken, göçebe ve yarı göçebe toplumlarda ise bu gizil gücün çok mühim bir kısmı savaşlara, fetihlere ve yağmalara harcanır. İkinci olarak da; çok daha zorlu coğrafi, topografik ve iklimsel şartlarda bulunan budunlar, kuvvetlerinin azımsanmayacak bir kısmını devamlı surette doğa ile maksimum mücadeleye ayırmak durumundadırlar. Soğuk her iki kavim için bağımsız değişken iken; geriye kalan faktörler ise Türkler aleyhine, Rusların ise lehine olmuştur.
Avrupa’nın beyin gücü
Askeri açıdan belli bir hız kazanmalarının ve topraklarını yeterli ölçüde büyütmeye başlamalarının ardından bilhassa 17. yüzyıl sonu ve. 18. yüzyılın başlarından itibaren Rus İmparatorluğu’nun egemen etnik grubu doğu Slav halklarında, kendilerini aynı toprakların öncel hâkim kavimleri ve hemen sınır komşularından 180 derece ayıran kayda değer yapısal- sosyal dönüşümler başlar. Özellikle, Osmanlıların kompleks ve yenilgi psikolojilerinden dolayı “Deli” lakabını taktıkları Büyük / 1. Petro devrinde Avrupa’nın merkantilist üretiminin gelişkin olduğu ve ticaret burjuvazinin de güçlü olduğu ileri ülkelerinden sayısız yüksek vasıflı zanaatkar, sanatçı, teknik uzman kendilerine her anlamda cezbedici ayrıcalıklar verilme vaadiyle Rus toplumuna davet edilir. Ve bunlar Çarlık ülkesine yerleşerek zaman içinde farklı bölgelere yayılacaktır. I. ve II. Yekaterina dönemlerinde ise bu bilinçli politika daha da güç kazanır ve ordunun ileri gelenlerinin, pek çok kentin kurucuları ve şehir planlamacılarının Avrupa kökenlilerden devşirilecek şekilde, sayılamayacak kadar çok sahada Avrupa’nın beyin gücünden maksimum şekilde faydalanılma yoluna gidilir. Bu bakımdan Rusluk giderek bir üst toplumsal hüviyet ve vatandaşlık kimliği haline gelecektir. 18. ve 19. asırlarda Avrupa ülkelerindeki feodal ve aristokratik çözülme esnasında buna direnen nüfuslu ve nitelikli pek çok isim de Ruslara sığınır ve hızla Rus kimliği içinde isteyerek asimile olur.
Türk-Tatar Hanlıkları
Osmanlılar bir yerde tutulursa; başta Astrahan, Kazan ve Kırım Tatar-Türk Hanlıkları olmak üzere kuzey Avrasya’nın Türki devletlerinin tümü de, her ne kadar Kırım Tatarları ve Orta Asya Türk devletleri dışındakiler Yakın Çağ’ı göremedilerse de, hiçbir zaman kendi yerel sosyokültürel kodlarından çıkıp, sıyrılıp dönemin evrensel ve Avrupa kültürü ile en asgari temelde de olsa kaynaşma, temasa geçme yoluna gitmemişlerdir. Dahası üzerinde bulundukları coğrafya ile farkındalık bağları her zaman geri ve lokal kalmıştır. Buna en çarpıcı misal Kırım Tatarları olarak verilebilir. Rus-Slavları yarımadaya hâkim olana kadar neredeyse tek başlarına ve tam 300 sene boyunca buraya egemen olmalarına karşın ne kıyıda/sahilde ciddi bir kent kurarlar ne de elle tutulur bir deniz kültürüne sahip olmak akıllarına gelir. Ne var ki Ruslar, yalnızca birkaç on yıl içinde Kırım’da bir deniz uygarlığı yaratabilmişlerdir. Küçük Asya’da 2 – 2.5 milenyum öncesinin denizcilik ve deniz kültürünün, yaklaşık 1000 yıldır sahada başat etnik grup olan Türklerden fersah fersah ileri olması gibi…
Öte yandan, Türk kavimlerinin hemen hemen hepsinin dilsel gelişiminde alfabeleri birkaç kere değişmiştir. Osmanlı Türkleri Arapça Abecesi’nden Latin Abecesi’ne; Orta Asya’da ve Kafkaslardakiler de Kiril yazı diline geçerlerken yaşadıkları kırılma yüzünden uygarlık dili gelişimlerinde süreklilik ve bütünlük sağlanamamıştır. Başta Ruslar olmak üzere Slav halklarında ise alfabe ve dil birliğinde süreklilik korunabilmiştir. Her şey bir yana, Türkik kavim ve halkların aksine Rus-Slav toplumları, etnografik ve folklorik yönden temelde Asyatik-doğu toplumu olarak kalmalarına karşın, yüksek kültürde evrenselleşerek / dünya toplumu mertebesine yükselip sosyal bir katarsis yaşamayı başarmışlardır.
İlk bölümü okumak için tıklayın