21 Ocak 2003’te öğlen saatlerinde Milliyet bürosunun telefonu çaldı, arayan Moskova’daki Anadolu Ajansı (AA) muhabiri Remzi Öner Özkan’dı:
-Cenk beni kaçırdılar!
-Ne! Remzi ne diyorsun!
-Kaçırdılar, biraz önce bıraktılar. Gelip beni alabilir misin?
Remzi nerede olduğunu bilmiyordu, sadece semtin adını söyleyebildi.
Moskova’nın bir hayli dışında bir yerdi, adını duymuştum ama hiç gitmemiştim. İstanbul’u bilenler için örnek vermek gerekirse, ben o anda Ortaköy’deydim, Remzi’yi almak için gitmem gereken yer ise Beylikdüzü.
O sırada büroda bulunan Rus arkadaşla hemen arabaya atladık ve körlemesine diyebileceğim şekilde yola çıktık, semtin adından başka bir şey bilmiyorduk.
Yolda telefonda konuşuyorduk ama anladığım kadarıyla yaşadığı olayın şoku içinde sadece yakınında bir fabrika gördüğünü söylüyor, başka bir bilgi veremiyordu.
Bu sırada AA’nın Ankara’daki merkezinden aramaya başladılar. “Merak etmeyin yoldayım, almaya gidiyorum” diyordum ama Remzi’yi nasıl bulacağım konusunda en küçük bir fikrim yoktu.
Ne yapacağımızı bilmeden semtin sokaklarında tahminen bir saat dolaştıktan sonra mucize eseri Remzi bir anda karşımıza çıktı. Hâlâ olayın şokunu yaşıyordu, hafif gülümsüyordu ama galiba yüzünde çizikler vardı ve nedense kapkaraydı.
Sanıyorum önce muayene için bir hastaneye gittik, bu arada Türk Büyükeelçiliği’ne haber verdik.
O sabah oğlunu Lenin Caddesi’ndeki Türk Okulu’na bıraktıktan sonra arabasının yolunu kesen bir grup tarafından kaçırılmış, gözleri bağlanmış, elleri kelepçelenmiş hâlde tahminen onu bulduğumuz semtin yakınlarında bir mahzene götürülmüştü.
Bundan sonrası karmaşık, tehlikeli, gizemli ve soru işaretleriyle doluydu.
Remzi’yi kaçıranlar Çeçen oldukları izlenimi veriyordu.
Sorguyu kameraya da kaydeden saldırganlar, fiziki şiddet uygularken Rusça “Rus domuzlarından kaç para alıyorsun?”, “Niçin bize terörist diyorsun?” ve imalı şekilde, “Seni kurtarmak için bize kim para verir? ki” türünden sorular soruyorlardı. Bazılar Kafkas aksanıyla, içlerinden biri ise aksansız Rusça konuşuyordu.
Fidye ister gibi bir halleri yoktu, tersine Remzi’nin para karşılığı haber yaptığını iddia ediyor, kaç para aldığını soruyorlardı. O da, “ben sadece maaşımı alıyorum” diye cevap veriyordu. Eğer korkup bırakacakları umuduyla, “Evet para aldım dese” belki de hemen orada öldüreceklerdi. Ama Remzi baskıya boyun eğmedi hatta “Durmayın öldürün, nasıl olsa öldüreceksiniz!” dedi. (Bu sırada çekilen video 5-6 ay sonra Çeçenistan’da cephane saklanan bir mezarlıkta bulundu. Rusya İçişleri Bakanlığı konuyla ilgili açıklamasında, “Sayın Özkan’a saldıranların saldırı anında çektiği video cephanelikte bulundu” dedi.)
Bir ara Remzi’nin cep telefonundan İstanbul’daki bir Çeçen derneğini de aradılar.
Kısacası kaçıranlar Çeçen olduklarını gösteren bir dizi ipucunu serpiştirmişti ama Remzi’nin kafasında soru işaretleri vardı. İşin içinde FSB’nin (Rus gizli servisi) bulunduğunu düşünmese de devlet içindeki güçlerin koruması altındaki birilerinden şüpheleniyordu. Aslında bu olaydan bir süre önce takip edildiğini anlayınca FSB’ye başvurmuştu ama bir sonuç çıkmamıştı.
Ertesi gün, Moskova Yabancı Gazeteciler Derneğinin Başkanı arkadaşım Edip el Seyyit’le Rusya Dışişleri Bakanlığında yabancı gazetecilerden sorumlu yetkiliyle son derece resmi ve gergin bir görüşme yaptık. Her zaman yakın davranan diplomat bu sefer bizi soğuk karşıladı.
Biz meslektaşımızın kaçırılmasını kınadığımızı söyleyince ve suçluların bulunmasını talep edince, şu anda adını hatırlayamadığım yetkili çok ilginç bir cevap verdi:
“Türk gazeteci Remzi Öner Özkan’ın kaçırılmasının gazetecilik faaliyetiyle ilgili olduğunu düşünmüyoruz!”
Yani Rus diplomat bu olayın adi bir suç olduğunu iddia ediyordu.
Bunun arkasından gelen cümle ise kafamızdaki son sorunun da cevabıydı aslında:
“Bay Özkan’ın vizesini uzatmayı düşünmüyoruz.”
Rusya Dışişleri Bakanlığı Moskova’da akredite yabancı gazetecilere birer yıllık vize veriyordu.
Remzi 21 Ocak Salı günü kaçırılmıştı. Tesadüfe bakın ki vizesi de 24 Ocak Cuma günü bitiyordu.
Bütün ipuçlarını birleştirdiğimde vardığım sonuç şuydu:
Kaçırma olayı Türkiye ile Rusya arasında Çeçen sorununun gerginlik yarattığı bir dönemde yaşanmıştı. Moskova, Çeçenistan’daki savaşta Rus ordusuna karşı silahlı mücadele veren militanlara Türkiye’deki derneklerin yardım ettiğini düşünüyor, kapatılmaları için Ankara’ya baskı yapıyor ama sonuç alamıyordu. Remzi kimdi? AA Moskova muhabiri? AA neydi? Resmi haber ajansı. Konuştuğumuz Rus yetkilinin “adi bir suç” imasında bulunması ama vizeyi uzatmayacaklarını açıklaması eklenince bunun aslında Türkiye’ye verilen bir mesaj olduğu açıktı. Kaçırma olayı için Moskova’daki bir Türk diplomat seçilse olay daha da büyüyecek, büyük olasılıkla Ankara’daki bir Rus diplomata misilleme yapılacak ve iki ülke arasındaki gerginlik iyice artacaktı. Belli ki hem mesaj verecek hem de kriz yaratmayacak bir senaryo sahneye konulmuştu ama aynı zamanda olaya “Çeçen sosu” katılarak “kör kör parmağım gözüne” de yapılmamıştı. Öyle ya da böyle arkadaşımız AA muhabiri olduğu için kurban seçilmişti.
Bu olayın onda yarattığı psikolojik travma dışında bir insanın hayatının birkaç gün içinde nasıl tepe taklak olabildiğini bizzat gördüm. Ertesi gün can güvenliğinden endişe ettiği oğlunu hemen Türkiye’ye gönderdi, vizesi uzatılmayacağı için 1-2 gün sonra da kendisi apar topar yıllardır severek çalıştığı Moskova’dan ayrılmak zorunda kaldı.
Not: Fotoğraf temsilidir.