Berlin’e gideceğimi duyan bir arkadaşım gitmeden önce “Kürk Mantolu Madonna”yı oku diye tutturmuştu.
Kitap, Berlin’de yaşanan bir aşk hikâyesiyle ilgiliydi. Oraya gittiğimde Maria Pudler ve Raif Efendi’nin gezdiği parkları, gölleri farklı bir gözle görmemi sağlamaya çalışıyordu lakin Raif Efendi bende hiç merak uyandırmamıştı. Son derece sessiz, içe dönük, monoton, Maria’ya doğru düzgün “sana aşığım” bile diyemeyen bir tip.
Şöyle tut bir kızı elinden, seni seviyorum de, tak bir yüzük di mi? Yok! Bizim Raif Efendi’de tık yok! Eee? Seni mi bekleyeceğim diyerek kitabı bir kenara fırlattım. Hatta ismi lazım değil bir TV program sunucusu, Kürk Mantolu Madonna ile şarkıcı Madonna’yı karıştırınca kitap yine gündem olduğu halde okuyasım gelmemişti. Ne zaman ki Berlin seyahatimi kaleme almak düşüncesi geldi aklıma, “Şu kitabı bir daha okumayı deneyeyim” dedim. Aslında Ahmet Hakan duymasın ama bir süredir kitapları okumuyorum, dinliyorum. Ahmet Hakan 2016’nın son yazısında yılın fiyaskoları arasında e-kitapları göstermiş, baskıdan yeni çıkmış kitap kokusunu hiçbir şeye değişmeyeceğini yazmıştı. Evet, sayfa çevirmek güzel de, benim gibi hayatının büyük çoğunluğunu arabada geçiren, akşam çocuklarını uyuturken karanlıkta uyuyakalan biri için böyle anlarda kitabı dinleyebilmek eşsiz bir şey.
Neyse Kürk Mantolu Madonna’ya dönersek kitabı aldıktan tam 2 yıl 4 ay sonra, yani dün akşam, nihayet bitirdim.
Bitirdim ve bittim! Ağlamaktan bittim! Artık Raif Efendi ve Maria’nın hazin sonundan mı yoksa her gün aldığımız kara haberlerin bardağı taşırmasından mı bilmem ağla ağla bir hâl oldum. Sabahattin Ali eksik olmasın, sağ gösterip, sol vurdu resmen. Bu kadar kapalı olan bir kutunun içinden okuduğum en tutkulu aşklardan biri çıktı. Kitap muhteşemmiş! Demek ki neymiş? Şu hayatta kimseyi anlamak kolay değilmiş. En sıkıcı, en içe dönük insanın bile içinden muazzam bir ruh, tutku çıkabilirmiş.
Raif Efendi haklı. Bu şehirde âşık olunur. Almanya’da çok çeşitli sebeplerle bulundum. Genel olarak düzenli, nezih, çalışkan, huzurlu ve yeşildir lakin yaratıcılık ve tutku bu ülke için sayacaklarımın başında gelmiyor işte. Ama Berlin başka…Bu şehrin her yerinden sanat fışkırıyor. Müzeleri, sergileri, kafeleri, kaldırım üzerindeki masa sandalyeleri, vitrin tasarımları, pastaneleri, butikleri…her biri birbirinden yaratıcı, bakmaya, dokunmaya kıyamadığınız mekanlar. Bir de gece hayatı var, dillere destan, hem de her tipten insan için. Bu şehirde ruh var ruh!
Önce otelden başlayayım Berlin seyahatimi anlatmaya…
Oteli İtalyan gustosu olan, zevkine çok güvendiğim bir arkadaşım tavsiye etmişti. “Monbijou Hotel” Kapıdan içeri girdiğinizde dekorasyonuyla sizi büyüleyecek, sıcacık bir yer. Odaya eşyalarınızı atıp hemen aşağıya inmek, şöminenin yanında bir şeyler içmek isteyeceksiniz, belki bir de kitap okumak, sayfalarını keyifle çevirerek. Otelin odaları küçük ama benim odayla işim pek yoktu o yüzden tatmin etti. Yeri de şahane.
Bizim ilk gittiğimiz yer Yahudi anıtı oldu. Avrupa’da 2. Dünya Savaşı’nda öldürülen milyonlarca Yahudi için yapılan bu anıt farklı boylardaki betonlardan oluşuyor. Aralarında yürürken adeta mezarlıktaymışsınız hissi uyandırıyor, ama çocukların üzerinde hoplayıp zıplamasına kimse ses etmiyor.
Müze adası içinden çıkmak istemediğim 5 ayrı müzenin bulunduğu bir bölge idi. Keşke vaktim olsaydı da Raif Efendi gibi “National Galeri”de saatlerce inceleyebilseydim tabloları. Adada en ilgimi çeken müze “Pergamon Müzesi” oldu. Adını bizim Bergama’dan almış olan bu müzede Türkiye’den götürdükleri Zeus sunağı var. Hediye ettiğimiz söyleniyor. Öyle midir? Değil midir? Orası muamma. Gerçi bizde dursaydı ne olurdu?
Muhtemelen üzerine ebedi aşkımızın ismini kazırdık. Ahmet Fatma’yı seviyor gibi…Tarihi eser koruma konusunda milletçe kendimizi geliştirmemiz gerekiyor. Bir de Babil’in kapısı var Pergamon Müzesinde. Görkemi karşısında nutku tutuluyor insanın. Antik dönem eserlerinin sergilendiği “Neues Museum” da ise Mısır’a ait birçok eser var. Mısır kraliçesi Nefertiti’nin büstü var bir kere, yetmez mi? Nefertiti’nin kelime anlamı “güzelden gelen”, “güzel olan” mış. Eğer heykeltıraş Nefertiti’ye torpil geçmediyse, rahmetli harbiden çok güzelmiş. Kusursuz bir yüz!
Berlin’de beni en çok Osman amca şaşırttı. Bizim Osman amca, gitmiş Berlin duvarına bir gecekondu dikmiş. Duvar yıkıldıktan sonra polisler rahat bırakmamış. Ama Yozgatlı Osman Kalın kazma kürek kovalamış hepsini. Bir de güzel bostan yapmış kendine. Şimdi Berlin’de Kreuzberg’e giden herkesin ziyaret ettiği bir ev olmuş burası. Kreuzberg Berlin’deki Türk mahallesi. Hazır oraya gitmişken oldu olacak bir de döner yiyin Hasır Restoran’da. Hasır, dönerin Almanya’ya yayılmasında büyük katkıda bulunmuş.
Charlottenburg Sarayı; İsmini bulunduğu Charlettenburg semtinden alan Berlin’in en büyük sarayına biz gezmek için değil Berlin Residence Orkestrası’nın performansını dinlemek için gittik. Oraya kadar gidince konser öncesinde sarayı da gezdik tabii. Beni sarayın içinden ziyade bahçesi “Schlosspark” etkiledi. Konser öncesi sarayda verilen akşam yemeği hayret verici bir şekilde vasattı, konser salonu da oldukça küçüktü ama dinleti çok keyifliydi. Vivaldi, Mozart ve Bach seviyorsanız tabii. Ben mest olmuş bir şekilde dinlerken, yanımda uyuklayanlar vardı.
Berlin’in gece hayatı da dillere destan. Biz Tripadvisor’dan Berghain’ı seçtik gitmek için. Süslendik püslendik erkenden gittik kapısına. Gece yarısından önce almıyorlarmış. Başladık beklemeye, zamanla bekleyenlerin kuyruğu uzadı da uzadı. Yüzlerce kişi olduk soğuktan donan.
Sıradakiler hayli ilginçti. Hırpani, hiç de tekin gözükmeyen, marjinal tipler. Derken kapıya bir bodyguard geldi. Adı Sven’miş. Sonradan öğrendik ki kendisi en az Berghain kadar ünlüymüş. Yüzünün yarısını kaplayan dövmeler, burnundaki ve dudağındaki piercinglerle oldukça ürkütücüydü.
Kapılar açıldı. Ama Sven 1 müşteriyi içeri sokuyorsa, 10 müşteriyi almıyordu. Bizim grup fazla efendi duruyordu. Baktık ki bizi gözü tutmayacak, başladık saçları dağıtmaya, rujları silmeye, göz kalemlerimizi akıtmaya. Kıyabilsek kıyafetlerimizi parçalayacağız hırpani gözükmek için. Ne yaptık ne ettiysek olmadı. Sven’e beğendiremedik kendimizi. Bizi içeri almadı. Bu konuyu ömür boyu sır olarak saklayalım demiştik ama dayanamadım işte…Berghain’e giremeyince Tripadvisor’ı bir kenara atıp önümüze gelen barlara girdik, çıktık. Gayet de eğlendik.
Berlin böyle bir şehir işte, yaz yaz bitmiyor.
Berlin duvarında, Brandenburg kapısında, Berliner Dom’un çatısında bir selfie çekmek, KaDeWe foodcourt’ta, Sony Center’da, Block House ve Einstein Cafe’de yemek yemek ve hava güzelse nehir gezisi yapmadan dönmemeniz gereken şeylerden sadece birkaç tanesi.
Berlin’e güneşli bir günde gitmeniz dileğiyle,