Sabahları biraz daha erken uyanmak ne kadar zor olabilir ki?..
Zaten her gün erkenden kalkmıyor muyum? Sadece 30-40 dakikacık daha az uyuyayım, ne var ki? Mesela 05.45’de kalksam sabah gün doğarken uyanıyorum diye ölecek değilim ya, hem de ucunda spor yapıp fıstık gibi olmak varsa.
Tam da Yunanistan seyahatimin dönüşüydü, yediklerimin vicdan azabı içinde ağlamaklı oturuyordum. Başımı iki elimin arasına almış “Benden adam olmaz” diye sallanıp duruyordum. Halimi gören bir arkadaşım dedi ki, “Bu böyle devam etmez Buket, hadi artık yürüyoruz.” Sanki aylardır birinin bana “hadi” demesini bekliyormuşum, gaza basılmış gibi fırladım yerimden.
İlk gün 05.45’te saat çalmaya başlayınca aklımdan ilk geçen şey kocaman bir “hiç” oldu. Beyin fonksiyonlarımın hiçbiri çalışmıyordu. Kafamı sağa sola salladım. “Yok, vallahi tık yok!” Kesinlikle çalışmıyordu kafam. Göz kapaklarım desen, sanki tutkalla birbirine yapıştırılmış, açmam imkânsız. Bilinçaltım derhal devreye girdi. Alarm biran önce susturulmalıydı. Gözlerim kapalı, el yordamıyla aramaya başladım. O saati bir bulsam neler yapacaktım ona!
Bilinçaltımın bir tarafı saati bulmaya çalışıyor, diğer tarafı ise “sessiz ol, yavaş hareket et, sakın uyanma” diye fısıldıyordu. İşte tam o sırada belime sıkı bir tekme yedim. Neredeyse yataktan düşecektim. Gözlerim tutkal mutkal dinlemedi, fal taşı gibi açıldı vallahi. Canımın acısıyla sinirle döndüm, tam aynı tekmeden ben de atacaktım ki bir baktım yanımda “Bir numaralı yavru kuzum” uyuyor. Gece çaktırmadan sızmış yatağa. Kıyamam ben ona! Sabahın köründe çalan saati düşman saldırısı olarak algıladı herhalde, basıverdi tekmeyi!
Bir elim acıyan belimde diğer elim saatin susturma düğmesinde ama o da ne? Saat altı olmuş bile. Şu anda benim evden çıkmış olmam gerekiyordu. Artık nasıl adrenalin pompaladıysam, jet hızıyla fırladım yataktan. İstikamet sokak kapısı! İyi de pijamalarla gidecek halim yok ya! Uçarak geri dönüp, hazırlandım. Bu iş böyle olmayacaktı, bundan sonra eşofmanla uyumalıydım. Söylenerek otoparka indim. Nefes nefese arabaya oturup telefonumu elime aldım. Sürpriz! Yürüyüş arkadaşımdan mesaj gelmiş.
“Bizimki yatağı ıslatmış, biraz gecikeceğim.”
Oh be! İlk geç kalan ben olmayacağım. Bir çocuğun altını ıslatmasına bu kadar sevineceğim hiç aklıma gelmezdi!
Rötarlı da olsa buluştuk sahilde. “Saat erken, yollar tenha olur, iki kız başımıza bir şey gelmez di mi?” diye düşünürken bir de baktım ki bizden önce spora başlamış onlarca insan sahilde. Hani 7’den 70’e derler ya, neredeyse öyle karma bir yaş grubu. Yürüyenden balık tutana, bisiklete binenden kürek çekene her çeşit insan vardı; üstelik saat daha 06:30 bile değildi. Şaştım kaldım bu işe.
O saatte deniz çarşaf, hava deseniz mis! Dayanamayıp denize de girer miydik acaba? Sürünerek gelmiştik buraya içimiz aniden enerji ve mutluluk dolmuştu işte.
Hedefimiz 50 dakika yürümekti. 25 dakika Kadıköy istikametine 25 dakika da ters yöne. Elli dakika yürümekte ne var ki? Havada karada yaparım ben! Tempolu yürüyüş başladı. On beşinci dakikada ben nefes nefese kalmış, iyice terlemiştim. Saatimi kontrol ettim, daha yirmi beş dakika bile dolmamıştı. Bir de bu kadar yolu geri mi yürüyecektim? Hadi ama! Bu kadar zor olmamalıydı bu, belli ki koftinin tekiydim ben. Yanımdaki arkadaşımdan utanmasam, bu yolu geri yürümek yerine şuracıktaki taksiye biniverirdim. Neyse ki yalnız değildim, vazgeçemezdim.
Yürüyüş parkurumuz tamamlandı, arabalarımıza bindik ve şirkete gittik. Şirketin otoparkında benim arkadaş arabadan bir çıktı; saç baş taranmış, toplanmış, topuklu ayakkabılar giyilmiş, üzerinde yakaları kolalı bir gömlek. Resmen jilet gibi! Hangi ara giyindi, saçını yaptı, anlayamadım. Ben arabadan bir çıktım, üzerimde eşofmanlar, saçım başım birbirine girmiş, terden kafam kaşınıyor!
Önce ben girdim şirketin kapısından. Sürpriz! Karşımda yirmi kişi, o gün meğer özel bir günmüş, bir departman kahvaltısı varmış. Resmen basıldım! Kafamı hemen öne eğip, utancımdan kimseye günaydın diyemeden, kimse de güya beni görmeden (deve kuşu misali) asansöre bindim.
Tam asansör kapanacak bir “Oh! ” diyeceğim, benim arkadaş seslendi “Asansörün kapısını aç, ben de geliyorum.” Kapı açılınca tabii günaydın diyemediğim herkes karşımda. Onlara selam vermeden asansöre bindiğim için hafif bozuk bakıyorlar; ben terler içinde, eşofmanlarım, ıslak ve kaşınan saçlarımla karşılarında. Hem ayıp ettim hem de rezil oldum. Oysa ki ne hayallerle başlamıştım güne…
Neyse ki vazgeçmedik. Bu üçüncü haftamız. Daha bile erken kalkabiliyoruz artık. Sabah mis gibi deniz havasını ciğerlerimize çekmek bağımlılık yaptı. Ayrıca bir taşla iki kuş vurduk. Hem daha fıstığız hem de kafamız daha iyi çalışıyor. Ne ilgisi var demeyin. Yapılan araştırmalara göre beyin fonksiyonlarının düzgün çalışması için günde min. 3 kilometre yürümek gerekiyormuş. Anlayacağınız “Omega” filan hikâye, beyin sağlığı için “hareket” şahane!
Eh Atam boşuna dememiş “Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur” diye.
E hadi, ne duruyorsunuz? Hava müthiş!
Siz de atın kendinizi sokağa, etmiyorum mübalağa, hemen başlayın spora.