Hiç de tekin gözükmeyen genç adam, New York Soho’daki Starbucks’tan içeri girip yanı başımdaki boş koltuğa oturuyor.
Oturur oturmaz ortalığı bir idrar kokusu kaplıyor. Belli ki hijyen konusunda ciddi bir eğitim alması gerekiyor. Sanki fermuarı açık, pantolonu belinden aşağıya düşmek üzere gibi duruyor. Siyah saçları tutam tutam birbirinden ayrılmış, içine tarak girmesi teknik olarak mümkün gözükmüyor. Çıplak teninin üzerine püsküllü, simsiyah deri bir yelek giyiyor. Gözlerim yelek ile teninin rengini birbirinden ayırt edemiyor. “Aksi şeytan!” Adam bana dönüyor ve “Naber? ” diye soruyor. Korkuyorum. İçimden “neden ben?” diye söyleniyorum. Duymazlıktan gelerek elimdeki telefonla oynuyorum. Genç adam, benden başka kimsenin dikkatini çekmiyor. Bir süre dinleniyor, sonra gidiyor.
Açılan kapıdan içeri, süper model “Iman”ın akrabası olduğuna inandığım doğa ötesi bir varlık giriyor. İncecik, sütun gibi bacakları, eteğinin beline kadar olan yırtmacının arasından gözüküyor. Gözüm göğsüne kayıyor. Üzerindeki gömleğin hiçbir düğmesini iliklememiş. Gömleğin iki ucunu hafifçe birbirine bağlamış, o kadar. Gözümü genç kızdan alamıyorum. Elimde değil, hiç böyle bir şey görmemişim ki. Kahve siparişi verirken kasadaki görevli genç adam son derece ciddi bir ifade ile siparişi alıyor. Genç adam gözünü bile kırpmıyor. Bir tepki versin diye bekliyorum. Göz ucuyla bile bakmıyor, genç kızın ilikli olmayan gömleğine. Genç kız verdiği siparişi almak için diğer tarafa geçiyor. Kasadaki adam rahatlıyor, omuzları aşağı düşüyor, genç kızın görmeyeceği bir şekilde arkasından bakıp, sırıtıyor. “Oh be!” diyorum, “Tek afallayan ben değilim.” Genç kız, başkalarının da ilgisini çekiyor.
Trump Tower’ın önündeyim. Polis, binanın yan girişini, sokağı ve bazı dükkanları güvenliği sağlamak için ablukaya alıyor. Kalabalık belli ki birini görmeyi bekliyor. Gizemli kişinin içinde olduğu araba, polisin arasından hızla arka sokağa dönüyor. Kimse bir şey göremiyor, yollar açılıyor, herkes dağılıyor. Olan içeri bir süre müşteri alamayan dükkanlara oluyor. Trump Tower’da yaşayanlar ve yanındaki mağazalar sıkı güvenlik tedbirlerinden rahatsız oluyor.
New York, gazetelerin “özgür basın” manşetiyle uyanıyor. Birçok kişi Trump’tan nefret ediyor. Amerikan halkının, onun kararları yüzünden ikiye bölündüğü konuşuluyor. İnsanlar üzgün. “Amerika böyle bir ülke değil, olamaz, olmamalı. Kim oy veriyor bu adama” diye tartışılıyor. Olan biten maalesef ki pek tanıdık geliyor…
Gecesi gündüzünden daha aydınlık olan ünlü Times meydanında öylesine yürüyorum. Karşıdan üzerinde külotundan başka bir şey olmayan bir adam geliyor. Elinde gitarı şarkı söylüyor. Kendisini hayretle izleyen turistlere gülümsüyor. Adam arkasını dönüyor. Kalçasında kocaman “çıplak kovboy” yazıyor.
Az ilerde bir kalabalık toplanmış, bangır bangır müzik sesi geliyor. Vücut çalıştığı kaslarından belli beş altı genç, komedi-dans gösterisi yapıyor. Seyirciler esprilere gülmekten kırılıyor. Gençler ellerinin ve başlarının üzerinde defalarca dönüyor, birbirlerinin üstünden atlıyor. Gösterilerini hayranlıkla seyrediyorum. Müzik damarlarımda hızla dolaşıyor. Yalnız olmasam, çantamı birine verip, aralarına girip dans edeceğim. İçim içime sığmıyor.
Derken başka bir iri yarı genç adam bir turistin çantasını çekiştiriyor. Turist yerinden zıplıyor. Genç adam, “Dikkat et! İri, kötü, siyah adamlar cüzdanını çalmasın!” deyip kahkahalarla gülüyor. Meğer açık fermuarı uyarmak amacıyla şaka yapmış. Turistin de benim de yüreğime iniyor.
Karşı köşede, çırılçıplak üç kadın, mahrem bölgeleri Amerikan bayrağı renklerine boyanmış, muhtemelen gece kulübüne izleyici toplamaya çalışıyor. Fotoğraflarının çekilmesine tepki veriyorlar.
Yolun kenarında, yaşlıca bir kadın, kocaman bir pankart tutuyor. Pankartın üzerinde “Bu gece ölürseniz cennete mi cehenneme mi gideceksiniz? İsa’ya inanırsanız, korunursunuz!” yazıyor. Bir kişiyi günahlarla dolu yaşamından vazgeçirip İsa’nın yoluna çevirebilse bu gecenin siftahını yapmış olacak. Ama bu ipini koparmış New York gecesinde kimse Tanrıyı düşünmek istemiyor. Kadın sabırla pankartı insanların gözüne sokmaya devam ediyor.
Karşıdan çocuklu aileler geliyor. Çocuklar ellerinde Hershey’s, M&M ve Disney torbalarıyla mutluluk içinde yürüyor. Çocuklar rengarenk mağazaların, restoranların, ışıl ışıl billboardların keyfini çıkarıyor.
Broadway şovlarına indirimli bilet bulanlar sevinç içinde, bulamayanlar ise merdivenlere oturmuş Times Meydanı’nın rengarenk billboardlarını, insanlarını izliyor. Ellerinde telefonla herkes bir “selfie” çekiyor.
Yolum Bryant park’a düşüyor. İnsanlar çimlere battaniyelerini yaymış, üzerine uzanmış, açık hava sinemasını bekliyor. Şaraplar, biralar açılıyor, cipsler, pizzalar, soslu tavuk kanatları kutulardan çıkıyor. Yasal olmadığı halde hafif bir marihuana kokusu ortalığı kaplıyor. Güneşin batmasıyla film başlıyor. Arkadaki gökdelenlerin ışık yanan katları pırlanta gibi parlıyor. Gözlerim kamaşıyor. Işıklı katlarda bazıları hâlâ çalışıyor, para kazanıyor, diğerleri çimlere serilip bedava filmin keyfini çıkarıyor.
Metroya bir dilenci giriyor. “Her şeyimi kaybettim, yardım edin lütfen diye yalvarıyor.” Kimisi yardım ediyor, kimisi oralı bile olmuyor. Dilenci herkese yine de teşekkür edip “Tanrı sizi korusun!” diye dua ediyor.
Dünyanın en pahalı caddesi, 5. Cadde’de limuzinler, son model spor arabalar, gökdelenlerin tepesinde özel helikopterler fırıl fırıl dolaşıyor.
İki çok şık ve yakışıklı çocuk karşıdan geliyor. Son moda kısa paçalı kumaş pantolonlar, gıcır gıcır ayakkabılar… El ele tutuşmuş, birbirlerine aşkla bakıyor.
On altı yaşında bir genç kız benimle tanıştırılıyor. Sıfır makyaj, kısacık saçlar, üzerinde koyu renk bir tişört ve şort ile fazlasıyla erkeksi duruyor. Genç kız alışverişe çıkıyor. Kendine üniversite mülakatlarında takmak için kravat alıyor. Bende jeton düşüyor. Annesi kısaca “Bu onun tercihi, böyle hissediyor” diyor.
Mahalle aralarında genç, yaşlı herkes basket oynuyor. Çoğu Afrika kökenli ve çok uzun boylu gençler sanki NBA’e hazırlanıyor.
Yürümeye devam ediyorum New York sokaklarında. Sırtımda çantam, ayağımda spor ayakkabılarım, kafamda bin bir soru…