Dr. Nevin Sütlaş
Göz kapaklarımız gözlerimizin panjuruysa, göz bebeklerimiz de perdesidir. Aşırı ışık altında göz bebeklerimiz küçülür ki içeri az ışık girsin. Tersine, ışık azken de büyür ki bolca ışık alalım yani daha iyi görebilelim. Ancak biz evimizin perdelerini gündüzün bol ışığını kesmek için kullanmayız. Tersine, dışarıda ışığın az olduğu gece saatlerinde perdemizi örteriz. Amacımız farklı çünkü. “Moken” çocukları da böyle bir terslik yapıyormuş: Daha iyi görebilmek için göz bebeklerini büyütmek yerine küçültüyorlarmış. Diğer insanların sahip olmadığı böyle bir uyum yeteneğine sahip Mokenler de kim ola?
Ben yeni öğrendim, bilmem siz biliyor muydunuz: “Deniz Çingeneleri” denilen bazı halklar var. Bildiğimiz Çingenelerle akraba değiller. Denizlerde göçebe bir yaşam sürdükleri için öyle anılıyorlar. Bazı Asya ve Avustralya adalarının civarındaki okyanusta yaşıyorlar. Bin sekiz yüzlü yıllarda A. Dumas tarafından yazılan “Monte Kristo Kontu” romanında da söz edildiğine göre, deniz Çingenelerinin varlığının fark edilmesi pek de yeni değil. İlgi çekmeleriyse yeni. (Gerçi Duma’nın söz ettiği deniz çingeneleri Katalan, ama olsun.)
Mokenler, deniz Çingenesi olan halklardan sadece biri. Asya’nın güneyinde, Tayland ile Burma arasında, Bengal Körfezi’nde yaşıyorlar. İklimsel nedenlerle 5 bin sene kadar önce Çin’in güneyinden oraya göç ettikleri sanılıyor. Kendi imal ettikleri “Kabang” denilen kayığımsı teknelerde yaşıyorlar. Senenin önemli bir bölümünde teknenin içinde, suyun üstündeler. Mayıs-ekim arasındaki muson mevsimindeki aşırı yağışlarda karaya sığınıp geçici kamplar kuruyorlar. Bu sırada ormandan ağaç kesip yeni tekneler yapıyor ya da eskisini onarıyorlar. Ancak karayı asıl yaşam alanları olarak görmüyorlar. Azılı fırtınalar biter bitmez evlerine yani okyanusa geri dönüyorlar. Balık ve diğer deniz ürünlerini avlıyor, hem yiyor hem de ufak çapta ticaretini yapıyorlar. Nerede avlanacaklarsa oraya göçüyorlar. Mülkiyet kavramları yok. Doğanın nimetlerini kendilerinin saymıyor, kim bulup alırsa onundur diye biliyorlar. Dinleri yok. Yazılı dilleri de yok. Dillerinde saat gün ay gibi kelimeler yok. Endişeyi ifade eden sözler de yok.
Atadan kalma şarkılar ve hikâyelerle kültürlerini devam ettiriyorlar. Doğaya ait kadim bilgileri var. Zaten o nedenle 2005 yılında bütün dünyanın dikkatini çekmişler.
2004 yılı biterken, tam da yılbaşı kutlanırken, Hint Denizi’nde olan büyük depremi ve sonrasındaki tsunami felaketini hatırlayacaksınız. Bazı Türk turistlerin bile hayatını kaybettiği o büyük yıkımın öncesinde büyüklerinin önerisiyle dağlara kaçmışlar. 10 dakika bile geçmeden devasa tsunami dalgası gelip kıyıdaki her şeyi yutmuş. Tsunami olacağını yazılı dilleri olanlar yerine onların bilmesine şaşılmış, bu bilgelikleri yüzünden mercek altına alınmışlar. Oysa şaşıracak ne var ki; yaşam alanlarını tanıyorlar. Bilgi dediğin kitapların yazdıklarıyla sınırlı olsaydı…
Mokenler karanın değil gerçekten de suyun insanları. Kolayca dalıyor ve aşağılarda avlanıyorlar. Sıradan bir insanın su altında kalabilme süresi saniyelerle sınırlıyken onlar dakikalarca kalıyor. Su altına öyle adapte olmuşlar ki onca basınç altındaki derinliklerde sanki karadaymışçasına yürüyebiliyorlar. Sıradan insanlar deniz altında ancak boz bulanık görebilirken, onlar iki üç kat netlikte görebiliyorlar. Avlanma yeteneklerini söylemeye bile gerek yok.
Anna Gislen adındaki Avrupalı bir bilim kadını bu sualtı görme becerisini merak ederek “Moken” çocuklarının gözlerini incelemiş. Gözlerinin şeklini, kornealarının balıklarınki gibi düzleşmiş olup olmadığını falan incelemiş. Diğer çocuklarla aralarında yapısal herhangi bir fark bulamamış. Ancak kızılötesi kamera ile yapılan kayıtlarda bu çocukların berrak görüş için su altındayken göz bebeklerini çok küçültebildikleri saptanmış. Üstelik 18 kişiden oluşan Avrupalı bir grup çocuk da kendi kendilerine yaptıkları bir aylık eğitim ile aynı biçimde su altındayken gözbebeklerini küçültme yeteneğini edinebilmişler. Böylece çevre koşullarının evrimin belirleyicisi olduğu bir kez daha kanıtlanmış. Ancak Moken çocuklarının tersine Avrupalı çocukların gözleri tuzlu suyla pişmiş, kıpkırmızı olmuş. Eee, ne de olsa adaptasyonun da zamana ihtiyacı var…
Diğer deniz Çingeneleri gibi Moken halkı da yüz binlerce yıl önceki atalarımız gibi avcı toplayıcılar. Günümüze kadar var olmaları mucize sayılabilir. Onların varlığı geçmişimizi anlamak için büyük fırsat. Ancak karadaki komşuları olan Burma ve Tayland hükümetleri, sayıları şimdilerde 3 bine inmiş olan bu deniz göçebelerini ıslah etmeye ahdetmiş. Yerleşmeye ve ehlileşmeye (!) zorluyormuş. Adaların birindeki bir parkı onlara ayırmış, üst üste, iç içe yaşamalarına neden olmuşlar. Ormana girmeleri yasaklandığı için ağaç kesemiyor, yeni tekne yapamadıkları için denize açılamıyorlarmış. Bir başka adadaki yerleşim yerinde ise turistlerin maskarası olmuşlar.
Moken halkı hakkında internette birçok video var. Onlardan birinde, adamın biri, “Ben bu toprağı satın aldım, üzerinde bunların yaşadığını bilmiyordum, şimdi tek tek hepsine dava açıp çıkarmaya çalışıyorum, yasalar benden yana, bunlar işgalciler” diye yana yakıla anlatıyor…
Moken halkı yıkım üstüne yıkıma uğruyor. Yasal açıdan varlıkları yok. Aleyhlerine çalışan kanunlarla nasıl baş edebileceklerini bilmiyorlar. Ana dillerini akıcı biçime konuşan çocukları yerel okullarda bölgenin dilini ve kültürünü öğreniyor. Sıkıştırıldıkları daracık alanlarda bulaşıcı hastalıklardan kırılıyorlar. Asimilasyon karşısında çaresizler. Çok değil birkaç yıl sonra tümden ortadan kalkacakları söyleniyor. Özünü ve kültürünü kaybetmek yok olmak değilse nedir?
Sahi, Sulukule’yi hatırlayan, oradan sürülen 5 bin kişiye ne olduğunu bilen var mı?
“Sulukule bataklıktı, hırsız yatağıydı, uyuşturucu ve kadın kız satılan yerdi” diyenlerin Sulukule’den sonraki yıllarda İstanbul’da hırsızlık, uyuşturucu ve kadın satışının kaç kat arttığından haberi var mı? Ben merak edip azıcık taradım. Türkiye İstatistik Kurumunun verilerine göre 2009 ile 2019 arasındaki 10 yılda ortalama 10 kat artmış bütün bu suçlar. Son 3 yılın sayılarını bulamadım…
Hadi sayılara boş verelim, istatistikler yalancıdır diyelim. Peki, bu satılmaması gerektiği halde satılan malların (!) alıcıları ya da çalıcıları kimlerdir? Onlardan hiç haber var mı? Talep olmasa arz mı olurmuş? Sulukule’de kız çocukları satılıyorduysa kimler alıyormuş?
Çingenler denizde de karada da şamar oğlanı. “Çingene arsız, Çingene hırsız, Çingene ahlaksız.” Çingenelerden boşaltılan yerlere çöküşenlerse ahlak abidesi(!).
Islah etmek lazımcıları bir türlü ıslah edemedi şu canına yandığımın dünyası…
Peki ya biz bakar körler, göz bebeklerimizi kısmayı öğrensek işe yarar mı ki?