Aydın Doğan’ın 2011 yılının ortalarında Milliyet’i Erdoğan Demirören’e satmasından hemen sonra gazetede anlatılır:
“Erdoğan Bey, resmi devir teslim töreninin ertesi günü yıllarca erken saatte fabrikasına gitmenin alışkanlığı ile 08.00 olmadan gazeteye gelir. O anda koca binada çay kahve servisi yapan görevlinin dışında kimsenin bulunmaması dikkati çeker. Bekler, bekler ama ne gelen vardır ne giden… Biraz merakla, biraz da kızgınlıkla görevliyi çağırır ve çalışanların neden gelmediğini sorar. Görevli hiç çekinmeden, ‘Efendim, onlar gazeteci, geç gelirler, geç çıkarlar’ diye cevap verir…”
Söz konusu görevlinin ağzından dinlediğimiz bu öykü Demirören’in nasıl bilmediği bir dünyaya adım attığının kanıtıdır aynı zamanda. Her ne kadar haber üretse de gazeteler sabah erkenden iş başı yapılan fabrikalar değildir, asıl koşuşturma öğleden itibaren başlar ve ilk baskıya kadar sürer, kimi zaman gece yarısına kadar uzanır.
Yine aynı binada geçen ama daha eski bir olay:
Aydın Doğan bir gün öğle saatlerinde yemekhanenin daha çok yöneticilerin ve yazarların yemek yediği bölümüne girer. O anda masalarda yemek yiyen herkes hem saygıdan hem çekindikleri için refleks olarak ayağa kalkar, bir kişi hariç. İstifini bozmadan yemek yemeye devam eden kişi rahmetli Hasan Pulur’dur…
Benim girdiğim 1986 yılında Milliyet’te idari yöneticilerin ve genç muhabirlerin mecazi anlamda saygıyla önünü iliklediği gazeteciler vardı. Bazılarının isimleri şu anda çoğu kişiye tanıdık gelmese de Genel Yayın Yönetmeni Doğan Heper, Başyazar Altan Öymen, Yazı İşleri Müdürü Yurdakul Fincancı, Ahmet Oktay, Orhan Duru, Örsan Öymen, Sami Kohen, Orhan Tokatlı, Mete Akyol, Vasfiye Özkoçak, Bedri Koraman, Altan Erbulak ve Spor Müdürü Namık Sevik gibi…
***
3 Mayıs, Türk basınına damgasını vurmuş, ekol yaratmış, ismi saygı uyandıran, genel yayın yönetmenini şehit vermiş bir gazete olan Milliyet’in 74. kuruluş yıl dönümü. Ama Türk basınında son 30 yılda Milliyet kadar darbe almış, oraya buraya çekiştirilmiş, kendine ihanet etmiş başka gazete herhalde yoktur. Bu sürüklenişin bedeli sadece tiraj kaybı olmadı ne yazık ki…
“Neden” sorusunun çok yalın bir yanıtı var:
“… Çünkü Milliyet yönetimde istikrar sağlayamadı, çalışanlarına sahip çıkmadı, geleneklerine ve okuruna yabancılaştı, değişen gazeteciliğe ayak uyduramadı ve maalesef kurum olmayı başaramadı.”
(Oktay Akbal’ın, “Önce ekmekler bozuldu…” demesine benzer, Milliyet’in ruhunu kaybetmesi de 1990’ların başında Cağaloğlu’ndaki eski binasından Bağcılar’daki “modern hapishane”ye taşınması, giderken de şimdilerde rahmetli olan Çaycı Felek’i geride bırakıp yerine kahve otomatları koymasıyla başlar ama oralara hiç girmeyelim!)
Milliyet’in en büyük hatası, tam da taşınma sonrasına denk gelen dönemde çizgi değiştirerek Hürriyet’le Sabah’ın kulvarına girmeye çalışması yani “tereciye tere satmaya” kalkışmasıydı. Başından beri aynı çizgide gazetecilik yapan Hürriyet ve Sabah’a karşı “aslı varken kopyası olmak” göle maya çalmaktı, harcanan onca paraya, yapılan onca operasyona, transfere karşın tutmadı, zaten tutamazdı çünkü genlerine aykırıydı.
Oysa Milliyet kendi kulvarında rakipsizdi; saygındı, prestiji ve etkisi tirajının çok önündeydi, sosyal demokrattı, ilkeliydi, ciddiydi, yazdıkları önemsenirdi, yurt dışında da referans gösterilirdi, “halkın gazetesi”nden sonra logosuna koyduğu, bir zamanlar haklı olarak çokça kullandığı reklam sloganındaki gibi “Basında Güven”di.
Aynı döneme denk gelen ikinci hata, gazetenin “tencere tabak” verme modasına kapılması oldu. Halbuki o ana kadar Milliyet sadece kitap verirdi, herkesin kütüphanesinde mutlaka ünlü meşale logolu eserler bulunurdu. 1990’ların başında aniden yaygınlaşan modaya Milliyet yanlış hatırlamıyorsam ilk kez toz deterjan vererek katıldı! Bunu tabak vs. izleyince gazetenin sadık okuru travma yaşadı, aldatıldığı hissine kapıldı ve kopuşlar başladı. (Merak edenler için, Milliyet’i bilenler ve sevenler seçilen yolun yanlış olduğunu o zaman da söylemişti)
Yönetimde istikrar meselesine gelince…
Bir örnek vermek gerekirse, Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet’in başında geçirdiği yaklaşık 20 yıllık süre içinde Milliyet’in bakın kaç genel yayın yönetmeni oldu:
Doğan Heper, Umur Talu-Yalçın Doğan, Ufuk Güldemir, Doğan Heper, Derya Sazak, Umur Talu-Yalçın Doğan, Mehmet Y. Yılmaz, Sedat Ergin ve Tayfun Devecioğlu, yani iki yılda bir değişim. (Belki unuttuklarım bile vardır)
Aynı sürede örneğin Dış Haberler Servisi’ne gelen şef sayısı ise 10’dan fazla. Yani, genel yayın yönetmenleri gibi ortalama iki yılda bir servisin yöneticisi değişti.
Her gelen yönetim kendi kadrosunu kurmaya kalkınca adı Milliyet’le sembolleşmiş, Milliyet ekolünden yetişmiş, geleneklerini bilen, hafızası olmuş isimler gazeteden koptu, koparıldı ya da küstürüldü.
Ne hazindir ki, değişik zamanlarda uzaklaşan ya da uzaklaştırılan aşağıdaki isimler arasında bir zamanlar gazeteyi yönetmiş olanlar da vardı:
Bedri Koraman, Turhan Selçuk, Doğan Heper, Umur Talu, Yalçın Doğan, Zeynep Oral, Duygu Asena, Ayça Atikoğlu ve Ali Haydar Yurtsever…
İlk anda akla gelenleri yazdığım liste elbette bu kadar kısa değil. Kamuoyunda tanınan yukarıdaki isimler ve yazmadıklarım dışında belki okurlar tarafından o kadar iyi bilinmeyen ancak Milliyet’i Milliyet yapan, ona ruh veren ve sayıları herhalde birkaç yüze ulaşan yönetici, muhabir ve teknik eleman değişik zamanlarda uzaklaştırıldı.
Ne yazık ki her seferinde kaybeden, büyük gazeteler içinde hep en az maaşı alan ve hep en az hakka sahip olan özverili Milliyet çalışanı oldu. Bir zamanlar en yaygın dış büro ağına sahip olmakla övünen, 20’ye yakın başkentteki muhabirleriyle Batı’nın ünlü gazeteleriyle yarışan Milliyet sonradan dünyanın merkezi Washington’da temsilcisi bulundurmayı bile “masraf kapısı” görür hale geldi.
Ve bir gün fark edildi ki, Milliyet’te “Milliyetçi” kalmamış… İnanılmaz gelse de, 74 yaşındaki gazetenin şu anki yazı işlerinde 25 yıl ve üstü kıdemi olanlar herhalde tek bir elin parmaklarını geçmez. Gelenekleri, alışkanlıkları, öncelikleri, refleksleri bilenler yani gazetenin hafızası olanlar ya gönderildi ya da küstürüldü.
Günümüzde Milliyet’te çalışmaya devam eden arkadaşlar şu soruya dürüstçe cevap versin:
Önlerini iliklemek gereğini hissedecekleri kaç gazeteci kaldı Milliyet’te?
Üzücü ama yıllar içinde adı ne kadar markalaşsa da Milliyet “kurumsallaşma” aşamasını tamamlayamadı. Uzun süre aynı patrona bağlı olmasına rağmen bir yanda küçük büyük her fırtınada savrulan Milliyet, diğer yanda-gazeteciliğini beğenirsiniz beğenmezsiniz-kurum olmayı başarmış Hürriyet…
2000’li yılların ortalarında yani kulvar değiştirme kararı alınmasından yaklaşık 15 yıl sonra yapılan hatanın farkına varıldı ve eski çizgiye dönülmesi için görev Sedat Ergin’e verildi. İlk bakışta çok isabetli bir seçimdi ama olmadı, üstüne o dönemde gazeteye baskılar başladı. Zaten bardak da o noktada taştı…
Aydın Bey (Doğan), herkesin bildiği nedenlerle Milliyet’i satma kararı aldı ve böylece Mayıs 2011’e gelindi…
3 Mayıs Milliyet’in kuruluş yıl dönümüdür; her yıl düzenlenen törenle hem gazetenin kuruluşu kutlanır hem de 10, 20, 25, 30 yıllık çalışanlara rozet ve sembolik ama manevi değeri yüksek hediyeler verilir. (20’nci yılımda verdikleri kalem yazmıyordu ama canları sağ olsun)
3 Mayıs 2011’i heyecanla bekliyordum. 25. yıl plaketi almayı birkaç ayla kaçırıyordum, yine de gazete bir jest yapar mı acaba diye yüreğim pır pır ediyordu… Ama 3 Mayıs 2011’de böyle bir tören yapılmadı. Onun yerine ay sonuna doğru Milliyet ve aynı binayı paylaşan Vatan çalışanlarının akşam üstü yemekhane katında toplanması istendi; gazete satılmıştı ve devir teslim yapılacaktı. Tam 61’nci kuruluş yıl dönümünde gazetenin devir teslim törenini düzenlemek ne kadar da kötü bir fikirdi… (Milliyet’ten ayrılmaya o devir teslim sırasında karar vermiştim. Nedenini tören sırasında orada bulunanlar anlayacaktır)
Demirören’in satın almasının hemen ardından küçük ortak Ali Karacan’la çıkan sorunlar, gazetenin çizgisindeki bariz değişiklik, Bağcılar’daki koca, modern ama ruhsuz binadan Çağlayan’da kasaba gazetesini anımsatan yere tıkışma, yeni bir dönüm noktası olan 2013’teki “İmralı Zabıtları” haberinin yarattığı yankı, iktidarın sert tepkisi, görevden almalar derken Milliyet’in zaten aslında 1990’larda başlayan yokuş aşağı gidişi iyice hızlandı.
Sonradan gazete, Demirören’e satışın ardından Hürriyet’in de yerleştiği Bağcılar’a döndü dönmesine ama ne Milliyet eski Milliyet’ti ne de Türkiye eski Türkiye.
Her ne kadar mirasyedi gibi birikimini hovardaca harcasa da, bugün gazeteyi satın alanların sayısı artık iyice azalsa da, iktidarın safında yer aldığını her gün gözümüze soksa da, referans gazetesi kimliğini kaybetse de, Milliyet Milliyet’tir. (En azından benim gözümde)
Gazeteye 25 yıl emek vermiş, ekolünden yetişmiş, ondan çok şey öğrenmiş, gerçek meslek ustalarıyla çalışma şansını elde etmiş, manşet olduğu zaman çocuk gibi sevinmiş, haber atladığı zaman dünyası yıkılmış bir gazetecinin klavyesinden dökülen duygusal ve naif sözler kabul edileceğini bilsem de yazmaktan kendimi alamıyorum:
Milliyet’in meşalesi sönmemeli…
Not 1: Bu yazı yayınlandıktan sonra X’te 1984 ya da 1985 yılına ait olduğunu tahmin ettiğim aşağıdaki paylaşım yapıldı:
3 Mayıs Milliyet’in kuruluş yıl dönümü imiş. Öyleyse bu köklu gazeteyi tam kırk yıl önceki efsanevi kadrosunun görüntüleri ile analım. Bu kadroda basın şehitleri, çok değerli yazarlar ve çizerler, geleceğin mesleki ve siyasi liderleri var. #arşivden pic.twitter.com/mygXrilGDs
— Evren Arın (@EvrenArin) May 5, 2024
Not 2 : Bu yazı güncellenerek yeniden yayınlanmıştır.
İlgili yazı: https://medyagunlugu.com/milliyetin-efsane-dis-burolari/