Dr. Nevin Sütlaş
Yengem çok komik kadındır. Bir gün bahçedeyken bütün ev ahalisinin onun adını bağırdığını duyarak içeri koşmuş ki ne görsün eşi ve iki çocuğu bir kanepenin tepesine çıkmışlar ve “fare!.. fare!..” diye bağırmaktalar. Ailesinin bu komik halini görünce basmış kahkahayı ve kedi miyim ben, fare varsa niye beni çağırıyorsunuz, deyivermiş…
Kedi ve fare meselesi hep aklımı kurcalamıştır. Biz kedileri besleriz, severiz, onlar izin verdiklerinde koynumuza bile sokarız ama fareleri bulduk mu gözümüzü kırpmadan öldürürüz. Biz insanların kedilerden yana, farelere karşı oluşunun nedeni hakkında hiç düşündük mü?
Cevabımız ezberimizde hazırdır: Kediler her dakika yalanan tertemiz hayvanlardır, farelerse lağımda dolaşan pis mi pis yaratıklar. Üstelik kedilerin bize faydası var zararı yok, oysa fareler hastalık taşır. Biraz daha zorlarsak, farelerin yemeklerimizi çaldığını, uyuyan insanların kulaklarını yediklerini falan da hatırlarız. Ezeli rakip olan bu ikiliden kediyi dost, fareyi düşman tutmamızın gerçek nedenleri bunlar mıdır?
Yemeğe bayıldığımız tavukların en çok b… yemeyi sevdiklerini göz ardı edip domuz pislik yiyen hayvandır gibi bir ön yargımız olmasına benziyor olmasın sakın bu seçimimizin nedeni de? Mis gibi tavuk yemeği ile mekruh domuz etini nasıl karşılaştırırsın, diyenlerden misiniz? O güzel gözlü sevimli kediciklerle iğrenç fareleri nasıl aynı kefeye koydun şimdi dediniz değil mi? Kafanızı karıştırma niyetlisi değilim ama benimki epeyce karışık.
İlkokul öğretmenim Zübeyde Ülgen sınıf gezisi olarak bizi Hıfz-ı Sıhha Enstitüsüne götürmüştü. 1960’lardan söz ediyorum. Öğretmenimin kız kardeşi Muzaffer hanım kimyagerdi ve enstitüde çalışıyordu. Onun torpiliyle laboratuvarları gezmiştik. Bir oda dolusu bembeyaz tavşanı bütün sınıf arkadaşlarım kapışmıştı. Herkesi birini kucaklamış zevkle okşuyordu. Sonra bir başka odada bembeyaz fareler gördük. Çığlık atan atana. Oysa ben onları da çok sevmiştim. Tavşandan tek farkları daha küçük oluşlarıydı ki avcuma sığdıkları için bana daha sevimli gelmişlerdi. Üstelik beyaz tavşanların kıpkırmızı gözleri ürkütücüydü. Farelerin gözleri ise çok güzeldi. İkisi de kemirici sülalesinden akraba hayvanlar. Ben arkadaşlarımın fareleri sevmeyişlerine hatta korkmalarına çok şaşmıştım onlar da benim avcuma alıp sevmeme çok şaşmıştı. Niye acaba bazı insanlar fareden korkuyor da bazıları korkmuyor? Niye dayım ve yeğenlerim fare görünce kanepenin tepesine fırlıyor da yengem de benim gibi bu korkuyu anlayamıyor? Niye? Cevap evrimde gizli ama şimdi onu anlatacak değilim. Bugünkü gündemimi bir haber belirledi. Kafam oraya takılı kaldı.
Güney Amerika ormanlarında yürüyüş yapan iki arkadaşın biri kurt kapanına ayağını kaptırmış. Olayın tanığı olan, arkadaşının demirden yapılma testere gibi dişleri olan kurt kapanının parçaladığı ayağın yarattığı acıları ve sonrasında olup bitenleri anlattığı uzun yazıyı okudum bugün. Neyse ki hastaneye vaktinde yetişmişler. Ameliyatlar tedaviler vb. sonunda ayak da iyileşmiş adam da ölümden dönmüş. Bu olayın nerede, ne zaman ve kime olduğu çok önemli. Olay yeri hastaneye ulaşılabilecek kadar yakın olmasa, olay zamanı bir asır önce olsa falan filan bu adamın çektiği çile de bambaşka olurdu, ölümü de kaçınılmaz olurdu düşündüm. Kendim kapana yakalanmışım gibi acısını hissettim. İyi de bu bela niye oluşmuştu? Kurt kapanı niye kurulmuştu? O kapana yakalanan insan değil de bir kurt olsaydı ne olurdu? Kafamı karıştıran bir dolu soru daha…
Bir kurt ya da başka bir hayvanın ayağını kaptırdığı demir kapan ile geçireceği saatleri ya da günleri azıcık da olsa birlikte düşünsek. Çekeceği acıları hayal etmemiz mümkün olabilir mi? Sorum hâlâ baki, o kapan o ormana niye kurulmuştu?
Biz insanlar, hayvanları yabani ve evcil diye ikiye ayırırken ne demiş oluyoruz? Bize itaat edenler ve etmeyenler demiş oluyoruz. Köleliğimizi kabullenenler ve özgürlüğü seçenler. Kurtla köpeğin farkı nedir ki başka? Biri verdiğimizle doyunur, paçamıza sığınır, diğeri canının istediğini avlar yer ve istediği yerde gezinir. Kediyle atalarının farkı da aynı değil mi? Birini elimize mahkum kılmışız, akrabaları ise kendi hayatlarına bildikleri gibi devam ediyorlar. Biz yaban hayvanlarına kapan kuruyoruz, evcil hayvanları avcumuzdan besliyoruz…
Bir fare yaşam alanımıza yaklaştıysa derhal kapanı hazırlıyoruz. Bir insan kapana yakalanınca nasıl canı yanar onu bilebiliyoruz. Kedimizin tırnağına törpü yapıp patisinin resmini paylaşıyoruz, kapanda can çekişen farelerin nasıl acılar çektiğini aklımıza bile getirmiyoruz. Bir yaban hayvanını kapanla yakalayınca ise fotoğrafını çekip övünüyoruz. Hayvan büyükçeyse gazetelere manşet bile oluyoruz…
2000 yılında insan genlerini saptama (Human genom) projesi sonlandı. Devasa boyutlu bu uluslararası çalışma başlarken insanın 100.000’den fazla geni olduğu varsayılıyordu. Sonuçta anlaşıldı ki kendimizi bir halt sanmamızın sonucuymuş bu tahminimiz de çünkü sadece 33.000 genden ibaretmişiz. Farelerin kaç geni varmış biliyor musunuz? 30.000. Evet, biz kendimizi çook farklı sanan insan soyu ile fare soyunun farkı sadece 3.000 genden ibaret. Yakın akrabalarımız olan diğer hayvanlarla aramızdaki farkın minikliğini ise ne siz sorun ne ben söyleyeyim…
Kendimizi olduğumuzdan çok farklı ve de gelişkin bir şey sanıyoruz, tamam da hiç değilse diğer canlılara kapan kurmaktan vazgeçsek. Oğlu işkence edilerek öldürülen bir annenin çığlığı hâlâ kulaklarımdadır: Hiç değilse vursalardı oğlumu diye ileniyordu. Kurşunlanmasına bile razıydı, doğurduğu bebesine uzun uzun acı çektirildiğini düşündükçe deliren anacığı. İnsanla hayvanı aynı kefeye koymaya alışkın değiliz biliyorum. Hele hele yabani diyerek ötelediğimiz hayvanları. Ama kapanda can çekiştirdiğimiz canlıları düşündükçe içimden kabaran isyanı haykırmak istiyorum. Hiç değilse kurşunlayın be insanoğlu insan bencilleri. Kapan denilen işkence aleti hangi hasta beynin keşfidir bilmem ki?
Hayvan aktivisti olmadığımdan kendimi bir hayvan sever olarak tanımlamadım hiç. Ancak böcek hariç hiçbir hayvanı öldürmüşlüğüm ya da eziyet etmişliğim yoktur ki haklarında bilgim arttıkça öldürdüğüm böcekler için de çok pişmanlık duyuyorum. Keşke bu suçumun tazmini mümkün olabilse. “Hayvanların Sessiz Dünyası” diye bir kitap okumuştum.. Sessiz lafı konuşmuyor oluşlarına gönderme. Kitabın yazıldığı zamandan sonra bizim gibi değilse de aslen konuştukları da anlaşıldı ya neyse. TÜBİTAK yayınlarından basılmış bu eski çeviri kitapta hayvanların aklı var mıdır sorusuna yanıt aramak amacıyla yapılmış bilimsel çalışmalar art arda sıralanıyordu. Deneyler sadece evcil hayvanlarla yapılmamış. Fareler ve de böcekler dâhil acımadan katlettiğimiz canlıların aklının sandığımızdan da keskin olduğunu kanıtlayan bir yığın deney okudum o kitapta. Önsözünde, bu kitabı okuduktan sonra hiçbir böceği ayağınızın altına alıp ezemeyeceksiniz, diyordu. Öyle de oldu. O zamana kadar öldürdüğüm bütün böcekler için içimin yanmasına neden oldu. Uzun yıllar önce okuduğum bu kitap sonrasında başka kaynaklardan okuduklarım ve internetin zenginliği sayesinde gözümle gördüklerim sayesinde artık çok iyi biliyorum ki akıl insana özgü falan değil.
Hayvanları akılsız sanmak insanın kendi akılsızlığının kanıtıymış vesselam. Hayvanların aklı da var duyguları da. En az bizim kadar da acı çekiyorlar, hem de çoğunlukla bizim yüzümüzden. O yüzden, insanın hayvana reva gördüğü katliamların, tekil ölümlerin ve işkencelerin bir bedeli olmalı. İnsan soyu kurduğu düzeni hayvan eziyetinden arındıramadıkça, kendi soyunun kendisine yaptığı eziyeti de sonlandıramayacaktır çünkü…