İnan Özbek
Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre; “Doğu siyasal kültüründe bir tek sultan hürdür, sultanın dışında kalan herkes, ister sadrazam olsun isterse sıradan bir insan, kuldur.”
Tanpınar’ın bu yargısı; esas itibarıyla Doğu kültür dairesinde bulunan toplumumuzun tarihsel gerçeğiyle de birebir örtüşmekte aslında.
Ülkemizin Cumhuriyet’ten önceki siyasal sistemi olan; Osmanlı İmparatorluğu’nda da, devlet-toplum ilişkisini tanımlayan temel durum; sultan ve adeta sultanın kişiliğiyle bütünleşmiş olan devlet ve kulları şeklindeydi.
Öyle ki; bir kişi sadrazam olsa bile, “siyaseten katl” denilen bir uygulamayla ve sultanın bir hükmüyle kellesi alınabilir ve malları müsadere edilebilirdi.
Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında ve esasında devleti yaşatabilmek adına yapılan ve adına “Batılılaşma hareketleri” denilen kimi adımlarla, sultanlık ve kulluk ilişkisi yumuşatılmaya, karşılıklı haklar ve yükümlülükler çerçevesinde yeni bir yapıya kavuşturulmaya çalışılsa da, temel yapı özü itibarıyla değişmemiş, imparatorluğun sonuna kadar devlet-birey ilişkisi karşılıklı hakları ve yükümlülükleri ifade eden bir formdan ziyade, kişi açısından daha çok, vergi vermek ve asker olmak şeklindeki yükümlülükleri içeren tek taraflı bir durum arz etmişti.
Söz konusu bu yapı içerisinde, tebaa ve kul olan Anadolu insanının tanımlanmış bir milli kimliği de bulunmuyordu. “Etrak” denilen Türkler Anadolu’da yaşayan taşralı Türkmenler sayılırdı ve Türklük sanıldığı kadar matah bir şey değildi. Öyle ki; Osmanlı saray çevrelerinde ve İstanbullu aydınlar arasında sık kullanılan; “Etrak-i bi idrak” yani “idraksiz Türkler” diye bir deyim bile vardı. Dolayısıyla şimdilerde Türklük kavramı üzerinden Osmanlıyı tanımlamaya ve yüceltmeye çalışanların, tarihe dikkatli bir biçimde bakmaya ve bu düşüncelerini bir kez daha gözden geçirmeye ihtiyaçları var gibi gözükmekte.
Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, tüm dünyadaki milliyetçilik akımlarına paralel bir biçimde ve imparatorluğun dağılmasını önleyebilmek adına ileri sürülen fikirlerden “Türkçülük” akımıyla birlikte durum değişmiş ve Türklük milleti tanımlayan bir üst kimlik olarak görülmeye başlanmıştı.
Cumhuriyetle birlikte hukuken, cumhurun yani halkın yönetimine geçilmiş olsa ve halk hukuken egemenliğin kaynağı kabul edilse de, fiilen durum pek öyle değildi. Yeni rejimi kuran ve hemen hemen tamamı Osmanlı asker ve sivil bürokratlarından oluşan seçkin kesimler, devletin merkezinde konumlanmışlar, bir nevi devlet olmuşlardı.
Yeni rejim döneminde de uzunca bir süre, devleti temsil eden seçkiler ve halk ikiliği devam etmiş, devlet halkın yanında ve ona eşit bir konumda değil, uzağında ve üstünde olagelmişti.
Zaman ilerledikçe devlet ve halk arasındaki mesafe yavaş da olsa kapansa, insanımızın durumu da kulluktan vatandaşlığa doğru evrilse de, söz konusu ikilik özü itibarıyla devam etmiş, devletinin karşısında bir türlü tam bir vatandaş gibi olamayan insanımız, devlet dairesinin kapısından ürkekçe girmeye, memurun karşısında el bağlayıp eğilip bükülerek halini arz etmeye devam etmişti.
Yakın tarihimize kadar esas itibarıyla süregelen devletin üstünlüğüne dayalı bu yapı, mevcut iktidar döneminde hızlı bir biçimde değişmeye başlamış, iktidar dayandığı geniş halk kitlelerini aşağıdan alarak ilk defa devletin yanına koymuş, ona vatandaş olduğunu hissettirmiş, onore etmiş ve bir türlü tatmin edilememiş olan iç güdülerini tatmin ederek ona öz güven aşılamıştır.
Bundan dolayıdır ki; toplumumuzun özellikle alt sosyoekonomik tabakalarında bulunan önemli bir kesimi, onca olumsuzluğa rağmen mevcut iktidarın yanında durmakta, terfi ettiği eşit vatandaşlık konumunu kaybetmekten korkmaktadır.
Toplumumuzun özellikle kentli ve seküler yaşam biçimine sahip insanlarının, son zamanlarda sık sık ve şaşarak kendilerine sordukları; “Bu kadar insan neden hâlâ mevcut iktidarı destekliyor” sorusunun cevabını, “kömür-makarna” söylemindeki gibi oldukça yüzeyde ve yanlış bir yerde değil, çok daha derinlerde, mevcut siyasal iktidarın geniş halk kitlelerine karşı geliştirdiği, bahsettiğimiz eşitlikçi yaklaşım tarzında aramak gerekir diye düşünüyorum…
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.