Evliliğimizin temelini hak eşitliğine dayalı çatmıştık. Evlenmeden önce bunun için uzun uzun tartışmış, ortak paydamızda sorun olmadığında hemfikir olmuştuk. 40 sene önceden söz ediyorum.
Taze ailemize 2 doktor maaşı giriyordu ama ikimiz de memur olduğumuz için devletin bize layık bulduğu miktar ile zar zor geçiniyorduk. Üstelik lojmanda oturuyor yani kira da ödemiyorduk. Sanki bizim suçumuzmuş gibi utanıp maaşımızın miktarını da herkesten gizliyorduk.
İş yerimizin dibinde oturduğumuz için trafik derdimiz yoktu. Kızımızın kreşi de yürüme mesafesindeydi ama minik çocuk ayaklarıyla çok uzaktı. Büyüdükçe de kucakta taşımak zorlaştı. Yağmurdu kardı derken sokaklarda küçük çocukla yürümek imkansızlaşınca otomobil alma zorunluluğu dayattı. Ancak paramız yoktu. Eşimin de taksitle almaya yani borçlanmaya gönlü yoktu.
Sınıf arkadaşım Şeyda imdadıma yetişti. “Benim yatırım olsun diye alıp bir kenara koyduğum marklarım var. Al bunları da kendine araba al, geri ödemeyi de taksitle gene mark olarak yap. Ben zaten bankaya koymadığım için faiz de istemem” deyiverdi. Körün istediği bir göz Allah verdi iki göz misali bu beklemedik teklifi ikiletmedim.
Hemen ekinci el bir araba aldım. Artık gövdesi neredeyse benimki kadar olan bebişimi eşimin olmadığı zamanlar kucağımda taşıma külfetinden Şeyda’nın dostluğu sayesinde kurtuldum.
Sandım… Yanılmışım. Arabayı aldım almasına ama acemiliğim yüzünden direksiyonuna bir türlü geçemedim. Eşim de en az benim kadar acemiydi ama o benim gibi ödlek değildi, hemen kullanmaya başladı. Kullandıkça da direksiyon becerisini pekiştirdi. Ben de sağ koltuğa yerleştim kaldım. Artık nereye gideceksek eşim götürüyor, ben de ona bağımlı bir hayat sürüyordum. Zamanla bu bağımlılığım birazcık azaldı. O iş için seyahatte olduğunda ben de arabayı kullanır oldum. Ama o varken kullandığımda yaptığım acemilikleri öyle kaba biçimde yüzlüyordu ki ben o varken asla kullanmak istemiyordum. Sonuçta araba onun oldu, bense sağ koltukta taşınan bir misafire dönüştüm.
Gelirimiz kısıtlı olduğundan araba gibi başka şeylerimiz de tekti. Örneğin bir tek daktilomuz vardı. Onu eşim satın aldığı için onundu, o yazmıyorken ben yazıyordum. Bir tek çalışma masamız vardı. Ben ikimiz birden aynı masayı kullanacağız diye iki tarafından da kullanılabilir türden büyük bir masayı özel olarak dizayn ettirmiştim. Ancak eşim masadan söz ederken de “m” son eki kullanıyordu, kitaplarımız için de. Bir süre sonra fark ettim ki bütçemiz ortak olduğu için ortak sahip olduğumuz her şeyden “benim” diye bahsediyor.
Bunun sadece lafa sınırlı olmadığını sahiden de sahiplendiğini zamanla daha da iyi anladım.
Karlı bir gün bütün dikkatimi de verdiğim halde arabayı kaydırıp parktaki ağaca vurdum. Ön çamurluk yamuldu. İş yerinde araştırıp hemen bir tamirci çağırdım ve “akşam ben işten çıkana kadar bunu düzeltip getirin” dedim çünkü eşim görmeden hallolsun istedim.
Sağ olsunlar düzelttiler ama boyası bozulmuştu. Boya işi başka zaman, diye bıraktılar. Eve gelirken taktikler geliştiriyordum. Eşim beklediğim üzere derhal fark etti ve “arabama ne yaptın” diye sordu. Soru beklediğim yerden (!) geldiği için gayet sakin yanıtladım. “Senin arabandan hiç haberim yok. Ben kendi arabamı buzda kaydırıp çarptım ve sonra da tamir ettirdim” dedim. İlk defa böyle bir yüzleşmeyle karşılaşan eşimin dili tutulmuş olmalı ki cevap bile veremedi. Benim malım-senin malın meselesi de böylece kapandı.
Ben bu numarayı sevdim ve daha sonra da kullandım. Mesela eşim kızımızın bir hatasını gördüğünde “gördün mü kızının yaptığını” diye konuyu bana yönelttiğinde şöyle cevap veriyordum: Benim kızım asla öyle bir şey yapmaz, yapsa yapsa senin kızın yapmıştır.
Ortak bütçeye sahip olmak, ortak mal meselesini içine sindirmek hatta evladın sorumluluğunu ortaklaşmak yani yaşamı gerçekten ortaklamak öyle kolay bir şey değil. Ortak yaşam sürdürme becerisi, geliştirilmesi gereken bir sanat. Sadece kadın erkek ilişkisine de sınırlı değil üstelik ama şimdi konuyu genişletmeyelim.
Bir gün Engin Noyan’ı dinliyordum. Sonradan şarkıcı olan, daha sonra da hidayete eren Engin Bey o sıralar İstanbul Şehir Tiyatrolarının takdir edilen, oldukça popüler bir tiyatro yönetmeniydi. Kadınlara yönelik bir toplantıda o da konuşmacıydı. Kadın hakları konusundaki duyarlılığını örneklerle anlatıyordu. Çok etkilenmiştim. Hele “ben bunaldığımda örgü örerek rahatlarım” demesi, örgü örmesinden çok kadınla özdeş bir işi yaptığını kamuoyu önünde açıklaması yüzünden beni çok etkilemişti. 1980’lerden söz ettiğimi hatırlatayım
Kendisi de tiyatrocu olan bir dostuma bir gün bundan söz ettim. Seçkin Selvi Cılızoğlu, aklına ve bilgisine güvendiğim bir tiyatro duayenidir. Tiyatro piyasasını da iyi tanır. Benim aktardığım anekdota dudak bükerek, iyi sallamış dedi. Kadın haklarına saygıdan söz edecek en son kişi odur, söylediklerine inandıysan bir de karısını dinlemelisin, diye de ekledi. Engin Noyan’ın sonraki yaşam öyküsü gazetelere manşet oldukça hep Seçkin Hanım’ın dediklerini hatırladım.
Böyle böyle sonunda ben de öğrendim ki bizim toplumuzda yetişmiş erkeklerin neredeyse hepsinin özünde maçoluk var. Kadın haklarına saygılarından dem vururken mangalda kül bırakmayanlar bile buna dâhil. İstisnalar alınmasın, bizim erkekler ne kadar aydın etiketli olursa olsun özünde hep feodaller. Ben de bu gerçeği deneye yanıla öğrendim.
O konuda da yanılmışım. Hem pek öğrenememişim hem de daha feminist filan olmamışım. Biliyorsunuz geçenlerde ilk İngilizce kitabımın imza günü oldu. Hem Türk hem de Amerikalı pek çok Floridalı dostumun katılımı sayesinde çok güzel bir gün geçirdim. Ancak kalabalık olması, zaten dikkat eksikliği sendromu olan benim dikkatimi iyice dağıttı. Bu özrün arkasına sığınarak, yaptığım bir hatayı önünüzde itiraf etmek istiyorum.
İmza günüme doktor Nilüfer-Timur çifti de katıldı. Nilüfer Hanım o gün kek yapıp getirmiş. Konuk ikramının el yapımı tek ürünü onun keki olduğu için gıyabında çok teşekkür etmek isterim. İmza kuyruğuna ise eşi Timur Bey girdi. Ben de kendisi adına kitabımı mutluluk içinde imzaladım. Evet, o hara güre arasında, otomatik olarak önümde gördüğüm kişi adına imzaladığımdan sadece Timur Bey adına imzaladım. Sanki aynı evde Nilüfer Hanım da yaşamıyormuş gibi. Sanki evlerinin kitaplığı ve kitapları sadece Timur beyin mülkiyetindeymiş gibi.
Evliliklerde erkekler ortak otomobilin aktif sürücüsü olduğu gibi büyük küçük sahip olunan her şeyin de asıl sahibi oluyor. Yasalar ne derse desin, dudaklardan hangi laflar dökülürse dökülsün, sahip olunan malları kim satın almış ya da parasını kazanmış olursa olsun, bu gerçek pek değişmiyor. Şimdi sanmayın ki Timur Bey’e yükleniyorum. Yüklendiğim bizatihi Nilüfer Hanım ve de ben kendimim. Bu kitabı niye sadece onun adına imzaladın da benim adımı unuttun, diye bana kafa tutmadığı için Nilüfer Hanım’a, o evde bir değil iki dostun yaşıyor Nevin hanım, diye düşünmediğim için de kendime yükleniyorum.
Sonuçta erkeklere yüklenmenin hiçbir anlamı yok. Erkek egemen toplumda doğup büyümek erkeklerin bakış açısını açıkça ya da sinsice nasıl kadın aleyhine şekillendiriyor ve bu gerçek nasıl fark etmeden onların davranışlarında belirleyici oluyorsa, kadınlar da aynı hamurdan mayalanıyor. Biz kadınlar da hiç fark etmeden erkek egemen dünyanın alt yapısıyla yoğruluyor ve davranıyoruz. Üstelik de tersi gibi görünse de bu düzenin sürmesinde asıl belirleyici olan biziz. Erkekleri tepemize çıkaran bizleriz. İşte o yüzden en çok da oğullarımız tepemize ediyor.
Tühhh ki tüh biz kadınlara.
Çünkü değişim istiyorsak bunu gerçekleştirme becerisine sahip olan da bizleriz, erkekler değil. Ben örgü örerim diye anlatan erkeklere inanıp “hadi ör de nasıl örüyorsun bi görelim” demediğimiz sürece, kadınlar kötü araba kullanıyor muhabbetini kesemeyeceğiz.
Örgü deyince aklıma geldi. Bir gazetede Isparta’nın Sütçüler ilçesinde örgü ören erkekler fotoğraflı haber olmuştu. Biz de kadın kadına yaptığımız bir gezide epeyce de uzakta olmamızı rağmen yolumuzu kasten Sütçüler’e düşürdük. Bu erkeklerle tanışmak istedik ama kime sorduysak bilemedi. Üstelememiz üzerinde “yok bizde öyle adamlar” diye terslendik. Sanki bir yanlışın ya da hatanın peşine düşmüşüz gibi Sütçüler esnafı savunmaya geçmişti.
Ben ömrümde örgü ören bir erkek görmedim. Ancak sosyal medya sağ olsun, yabancı diyarlardan birilerini gördüm. Mesele bir modacı adam delik deşik kocaman örgülerle giysiler üretiyordu. Mesela yoksul bir delikanlı annesinden öğrendiği modelleri gece gündüz örerek aile bütçesine önemli bir katkı sağlıyordu. Üstelik de pek hızlı örüyordu. Ancak örmesini bilen bir erkeği bizzat görmüşlüğüm yok. Örgü kadına özgü bir uğraş addediliyor. Kim bilir belki de öyledir çünkü inanılmaz bir sabır ve süreğen bir çaba gerektirir.
Bu arada belirtmeliyim ki örgü örmek de araba kullanmaya benzer. Bilmiyorsan öremezsin ama öğrenirsen ve yeterince pratik yapmışsan, otomatiğe bağlayabileceğin kadar da kolaydır. İkisi temelden farklı olsa da tığla da şişle de örmüşlüğüm çoktur. O yüzden söyleyebilirim ki öyle gözde büyütecek bir iş de değildir. Tıpkı araba kullanmak gibi cinsiyetle alakalı bir beceri de değildir. İsteyen erkekler de öğrenebilir, yeter ki istesinler.
Son olarak belirtmesem olmaz. “Arabam” diye sahiplenip benden önce ustalaşan eşim artık otomobil kullanmıyor. Eskiden edindiği ustalığın yaşlanmayla birlikte azaldığını saptadığı için, bilerek isteyerek bıraktı. Bense yaşadığım coğrafyanın dayatması yüzünden mecburen kullanıyorum. Sürekli kullanma zorunluluğu yüzünden de artık acemi değilim. Neymiş efendim; direksiyon becerisi de her şey gibi o konuda ne kadar pratik yaptığınla ilgiliymiş. Tıpkı kadın hakları gibi. Lafla değil, uygulayarak.
Özetle, “ne kaa ekmek, o’ kaa köfte”.
Konuya ayılır ayılmaz ayrıca imzaladığım kitap da Nilüfer Hanım’a sunulmak üzere beklemede.
Hadi hanımlar, artık bekleme bitti. Hayatın direksiyonu bizi beklemekte.