Erdal Çolak
İnsan doğası, öz niteliği kavramı, bütün bireylerinin ortak bazı özellikleri paylaştığı inancını içermektedir. Bu özellikler, dışa vurulan gerçekler olarak anlamlandırılırsa, insan doğası kavramı bir nitelik alır. Doğa ve insan kavramları arasındaki ayrılmaz bağı tıpkı ruh ve beden ilişkisi gibi algılayabiliriz. Doğada bitkiler, hayvanlar ve insanlar vardır ama bunlar arasında sadece insan kavramlar iletişimde bulunuyor.
İnsan doğası kavramı evrenseldir, nasıl düşündüğünü, hareket ettiğini, geçmişten günümüze gelen davranışlarını ve hissettiği öz özelliklerini anlatır. İnsan doğası üzerine farklı görüşler ortaya atılmış, kimi düşünürler insan doğasının iyi, kimileri de kötü olduğunu görüşünü savunmuş. Fakat hepsi de insan doğası üzerinde anlaşmış. İnsanın var oluşundan günümüze kadar birçok özelliği aynı kalmış, bu özellikler herkeste ortaktır.
İnsan doğası kavramı geçmişten günümüze kadar birçok düşünür tarafından açıklama getirilmeye çalışılsa da halen gizemini korumaktadır. Bu kavramının içeriği, anlaşılmazlığı düşünürler tarafından oldukça farklı düşünce boyutları ile açıklamaya çalışmışlardır. Mesela Aristo, insan doğasının kökeninde düşünen, toplumsal bir varlık bulunduğunu söylemiştir. Platon insan doğasını, fiziksel ve ruhsal olmak üzere ikili yapısını, zihin veya beden temelli yaklaşımlar olarak ele almış. Metafizik anlayış, insan doğasını doğuştan gelen nitelikler olarak tanımlar. Hıristiyan anlayışına göre insan doğası gereği doğuştan kötüdür. İslam’a göre insan yapıp ettiklerinden sorumlu tutulan bir varlıktır.
İnsanın öz cevheri hakkında 17.-18. yüzyıl düşünürleri iki tarzda yaklaşım sergilemişlerdir.
Birinci düşünce, insanın doğuştan var olan ve süregelen bir doğasının olduğunu kabul eder. İkinci görüş ise, insanın zihinsel ve fiziksel olarak gerçekleşmiş eylemlerini bize sağlayan bir doğanın bulunduğunu söyler. Konuyu ahlaki açıdan ele alan David Hume insan doğasının temellerini tutkular ve akıl yürütme üzerine kurarken doğuştan değişmeyen ilkelerin var olduğunu dile getirir. Hume, Locke ve Kant metafizik ve empirik sosyal toplum bilimlerindeki yöntemle psikoloji, antropoloji felsefe, sosyoloji ve tıp fen bilimleri alanında teorilerini geliştirip ispatlamaya çalışmışlardır. Fakat hem empirik hem de metafizik yöntem insan doğasını açıklama konusunda yetersiz kalmıştır. Thomas Hobbes, insanı doğası gereği bencil, çıkarcı ve kötü bir varlık olarak kabul eder. Jean-Jacques Rousseau gibi kimi düşünürler de insan doğasını doğuştan iyi ama sonradan kötüleşmiş sayarlar. Rousseau, insanın doğası gereği temelde iyi ve bozulmamış bir varlık olduğunu, sonradan çevresel ve diğer faktörlerden dolayı suç işlemeye, saldırganlığa, şiddete, kavgaya, adaletsizliğe ve haksızlığa eğilimli hale geldiğini söyler. Sigmund Freud, psikanaliz açısından insan doğasının, erotizm, cinsellik ve aşk olduğu görüşünü dile getirir.
İnsanın iç dünyasından gelen dürtüler ve bir de dış dünyanın etkisiyle oluşan davranışlar vardır. Biyoloji, felsefe, psikoloji ve sosyoloji, insan doğasında meydana gelen davranışları kendi bilim ekollerine göre sürekli yorumlamaya çalışmışlardır. Her bilim insanı doğasına kendi prensipleri ve ekolleri ile cevap vermiştir. Burada vurgulamak istediğim, Darwin öncesi düşünürler ”madde ve ruh’, ‘insan ve doğa’’ şeklindeki argümanları ileri sürer. Darwin sonrası düşünürler ise, insanın ve diğer canlıların arasında meydana gelen sürekli homojen bir evrim değişiminden bahsetmektedirler.
Günümüzde ise biyologlar, antropologlar ,etnologlar, nöropsikologlar insan doğasında tarihten gelen hatta evrimden gelen sorunları inceliyorlar. Evrim psikolojisi insan doğası gereği engellenme sonucunda kişide ortaya çıkan saldırgan eğilim ile ilgilenir. Kişide uyaranlara karşı duyarlılığın azalması, insanın kendine olan güveninin azalması, ruhsal karamsarlığın artması, depresyona girmesi, kendisine ve doğaya yabancılaşma gibi değişik tespitler yaparlar.
İnsan doğasını, bireyin kendine özgü olan ya da onu başkalarından ayırmayan temel özellik olarak görüyorum. Kesinlikle bizi birbirimizden ayıran karakter farklılığından bahsetmiyorum.
İnsanın sağladığı teknik gelişme, bulduğu araç ve gereçleri doğanın yararına kullanmadığı açıktır. Bilinçsizce yapılan şehirleşme beraberinde insan doğasında olan birçok sosyal problemi tetiklemiştir. Zeka, hafıza, öğrenme, adalet, cesaret, iyilik, dürüstlük, saldırganlık, nankörlük, döneklik, hainlik, yıkıcılık, korkaklık, açgözlülük, bencillik, bireysel ve toplumsal olmasının yanında beraber hareket edebilmesi sayesinde insan biyolojik bir geçmişe sahiptir. Bu saydığım insan doğasındaki benzerlikler yaşam şartları, bulunan ortam ve alınan eğitime, öğrenme merakına göre değişiklik göstermektedir.
Yaşamını sürdürebilmek ve en temel gereksinimlerini, fizyolojik ihtiyaçları olan yeme, içme, barınma, soğuktan korunma ve uyku gibi yaşamsal nitelikte önemli olan ihtiyaçlar insanı var eden cevherdir. İnsanın doğasının, hayvanın özünden farklılaştığı nokta işte burasıdır. İnsanı diğer canlılardan ayıran ürettiği araç ve gereçlerdir. Bu yüzden birçok biyolog insanın hayvandan ayrılıp insanlaştığı bir başlangıçtan bahseder. İşte insan doğanın kurallarına karşı çıkışına ve aynı zamanda doğayı değiştirme serüvenine böylece başlamıştır. İnsan doğası gereği kendisini gerçek dünyadan, kendi gerçek doğasından uzaklaştırır. İnsan karakter niteliklerini özüne sindirerek, aslını değiştirmeden, binlerce yıldır kendisinden yeni bir insan yaratma faaliyeti içine girmiştir. Başarılı oldu mu olmadı mı, orası tartışılır!..