Dr. Nevin Sütlaş
Çok film izlemem ama eskiden izlediğim bir film bende iz bırakmış. Orijinal adı “Soul Man” olan, bizde de çevirisi gösterilmiş bu Amerikan filmi komedi diye geçiyor ama bence bir drama. Konusu zenci- beyaz meselesine dayanıyorsa da senarist Carol L. Black (soyada dikkat) meseleyi bambaşka bir yoldan dile getirmiş. Steve Miner adlı yönetmen iyi çekmiş mi anlamam bilmemse de film çok çarpıcı ve zenci meselesinden bile büyük bir meseleye parmak basıyor. Öteki olmaya…
Harvard’da hukuk okumak için hazırlanan gence zengin babası unutamayacağı bir ders vermeye niyetlenerek okul parasını ödemekten vazgeçtiğini açıklıyor. “Kendi paranı kazan, oku ve adam ol” diyerek delikanlıyı orta yerde bırakıveriyor. Hikâye bu gencin cildini siyaha boyayarak ayrımcılığa uğrayanlar için ayrılmış bir burs parasını araklaması üstünden ilerliyor. Bu sahtekârlığı sayesinde de hukuk okumayı beceriyor. Filmin finalinde okuldan mezun olabilmesi için kurul önünde kendi kendini yargıladığı bir mahkemede suçunu itiraf ediyor. Kendisi de zenci olan bir hukuk profesörü “umarım bir zencinin neler yaşadığını anlamışsındır” deyince “hayır anlamadım” diyor. “Anlamadım çünkü ben bu süreçte istediğim an boyalarımı siler, hayatıma bir beyaz olarak devam edebilirdim. Gerçek bir siyahın beyaz olabilme şansı yokken neler çektiğini anlayabilmem asla mümkün değil.” Bu cevabıyla da mahkemede aklanıp hayatına avukat olarak devam ediyor. İşte bu replik bende iz bırakan.
Yıllarca özürlüler ile ve özürlüler için çalıştım. 2003 yılında Özürlüler Vakfı adına yapılan muhteşem bir kongrenin organizasyonunda da çok aktif olarak çalıştım. (Sakat ve özürlü kelimelerinin tepki çektiğini biliyorum ama bence kavramların içinin boşaltılarak hakarete dönüştürülmesi sorununun ad değiştirilerek çözülemeyeceğini düşündüğümden kelimeleri aslına uygun biçimiyle kullanmayı sürdürüyorum.) Ne zaman fiziksel sakatlığı olmayan bir ünlü birkaç saatliğine tekerlekli sandalye ile yollara çıkıp kaldırım ve geçitlerimizin ucubeliğine dikkat çekmeye çalışsa ben bu filmi hatırlarım. Bu çabaları küçümsemiyorum elbette. Ancak tekerlekli sandalyeden istediğin an kalkabileceğini bilirken, o sandalyede yaşamanın nasıl olduğunu zenciymiş gibi yapan oyuncu Thomas Howell’in zencilerin yaşamını anladığı kadar anlayabiliriz hatta o kadarını anlamak bile mümkün olmaz.
Kızım küçükken Bakırköy’de Lepra hastanesinin lojmanında yaşıyorduk. En yakın karayoluna ulaşmak için çevresinde yerleşim olmayan ıssız bir yoldan geçiyorduk. Sonra o bölgedeki arazide bir inşaat başladı ve yıllar sonra da orası Bakırköy Kadın Hapishanesi oldu. Bütün inşaat sürecine tanık olan ve hapishane kavramıyla o binalar sayesinde tanışan kızım henüz minicik bir öğrenciyken bir gün bana şöyle dedi: “İnsanın hayatı tam anlaması için bir süre de hapiste yaşaması lazım.”
Bu cümleye anında itiraz ettim: “İnsanın hayatın anlamını tam kavraması için ölümü de kavraması lazım ama bunun için ölmeyi denemiyoruz. Hapis hayatını anlamak için hapiste yatmaya falan gerek yok. Okuyarak ve dinleyerek de öğrenebiliriz bazı şeyleri, illa da kendimizin deneyimlemesi gerekmiyor.” Sanki çocuğum sırf meraktan hapishaneye dalıverecekmiş gibi korku hissederek, anne yüreğiyle itirazı basmıştım 30 sene önce…
İçinde olduğumuz savaş ortamının üstüne üstlük bugün öğrendiğim bir otel konsepti bana bunları hatırlatan. Letonya Karosta’da dünyanın en garip otellerinden biri varmış. Bu otelin binası 1905’de inşa edilmiş ve zamanında içinde Rus mahkûmları barındırmış. Şimdilerde o binada kalmak isterseniz sizi karanlık bir koridordaki resepsiyonda bir gardiyan karşılıyor ve kuralları dikte ediyormuş. Valiz ve üzerinizdeki her şeyi teslim alıyor, sadece diş fırçası ve macununa izin veriyor, “kaçmak yasak” diye tembihledikten sonra da silahını çekip ateşliyormuş ki işin ciddiyetini kavrayasın. Mapushaneden bozma bir küçük odada gerçek mahkûmlar gibi tahta bir yatağın üzerine atılmış incecik bir şiltede geceliyormuşsun. Hiçbir otel konforu sunulmayan o soğuk odada bir gece kalmak için 12 dolar ödüyormuşsun. O nedenle parası kıt olanlar tercih ediyormuş bu oteli. Orada kalmayı deneyimleyenlerin, esir düşen Rus denizcilerin hislerini anlayacaklarını ummak ne kadar gerçekçi acaba?
Bir arkadaşım Suriye’de savaş sürerken Ukrayna’daki kadar büyük endişe duymadığını fark etmiş. Bunu fark edince de kendi insanlığından utanç duyduğunu anlattı. Onun itiraf ettiği şeyin farkına bile varmayan ne kadar çok insanımız var oysa. Utanmadan “Ukrayna’nın kızları Suriye’nin erkeklerinden daha erkek çıktı” diye eril yorumlar da yapıyorlar üstelik… Neyse, şimdi hepimiz kurulu düzenimizin konforu içinde Ukrayna için sanal barış güvercinleri uçuruyoruz ya, acaba gerçekten anlıyor muyuz savaş alanında yaşamanın ne demek olduğunu.
Ukrayna’da yaşayanı geçtim savaşan bir Rus olmak, Karosta Cezaevinde mahpus denizci olmak, Bakırköy Cezaevinde mahkûm kadın olmak, Mamak Cezaevinde öğrenci olmak, Silivri Cezaevinde asker olmak, herhangi bir cezaevinde yatan muhalif olmak ne demektir, gerçeğini deneyimlemeden deneyimliyormuş gibi yapmakla anlaşılabilir mi ki?
Ülkemiz nüfus başına düşen mahkûm sayısı ile rekor kırmış durumda. Tam sayıyı bilmiyorum ama yaklaşık 300.000 kişi halen cezaevinde. Üstelik bunun beşte biri hüküm giymeden tutuklu olarak kalanlar. Uzun yıllar boyunca tutuklu kalanların birçoğunun dava sonuçlandığında suçsuz bulunmaları da dünya adalet tarihine kara harflerle yazılmaya devam ediyor. Haksız yere özgürlüğü elinden alınan yüz binlerin deneyimlediklerini ne kadar istesek de algılayabilmemiz mümkün müdür?
Avrupa kökenli Amerikalıların hâkimiyeti altında Asyalı ya da Afrikalı olmanın, Asya kökenli Türklerin hâkimiyeti altında Kürt, Ermeni ya da Rum olmanın, Sünni hâkimiyeti altında Alevi ya da Şii olmanın, Hristiyan hâkimiyeti altında Yahudi olmanın, herhangi bir dinin hâkimiyeti altında dinsiz olmanın, erkek hâkimiyeti altında kadın ya da eşcinsel olmanın anlamını tahayyül etmek mümkün müdür? Senin istediğini yapma özgürlüğün varken, ötekinin maddi ya da manevi anlamda tutsak olmasının anlamını tahayyül etmek mümkün müdür?
Ötekini anlamak insanın becermeyi başaramadığı şeylerin başında gelir. Keşke henüz savaşta değilken, hapis değilken, azınlık değilken, özürlü değilken, ezilen değilken, çocuklarını aç uyutan değilken anlayabilecek aydınlığa erişebilsek …
Bir gün cildimizi kömür gibi boyayıp lüks bir restorana girsek, bir gün çingene kılığına bürünüp bir mağazaya girsek, bir gün transseksüel gibi süslenip Taksim’e çıksak, bir gün Suriyeli sığınmacı kimliğiyle iş görüşmesine gitsek, bir gün gözlerimizi bantlayarak gündüzü gece gibi sürdürsek, bir gün tekerlekli sandalye ile Sultanbeyli’de dolaşsak, üstüne bir gün de Karosta Otelinde gecelesek, azıcık da olsa kemale erer miyiz dersiniz?
Hiçbir konuya siyah beyaz karşıtlığında yaklaşmayın, karayla akın arasında grinin binbir tonu var, denmiştir. İyi de, griden gına geldi artık, neden dünyayı gökkuşağı renklerine boyayamıyoruz ki…