Cenk Başlamış
Salı günü hayatını kaybeden Sovyet lideri Mihail Gorbaçov, 2019 yılında çıkan kitabı “Bahiste Neler Var: Küresel Dünyanın Geleceği” kitabında bir anlamda itirafta bulunarak Sovyetleri yaşatmanın aslında mümkün olduğunu söylüyor ve “Ülkenin birliği için son ana dek mücadele ettim. Ama Boris Yeltsin liderliğindeki Rusya bölünme yoluna gitti” diyordu.
Haklı mı?
Hayır.
Haksız mı?
Hayır.
Koca bir imparatorluğun dağılmasından onun sorumlu olup olmadığı polemiğini bir kenara bırakarak Gorbaçov’un yaptıklarıyla ve yapmadıklarını tarihe geçtiğini kabul etmek gerekiyor.
Çünkü yakın geçmişte, sadece kendi ülkesindeki değil, uluslararası dengeleri de onun kadar kökten değiştirebilmiş, hatta paramparça etmiş ikinci bir lider yok.
1985 yılında Gorbaçov, artık tarih kitaplarında kalan Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) genel sekreterliğine geldiğinde önünde olağanüstü zor bir görev vardı: Çağın gerisinde kalmış, bürokrasi imparatorluğu haline gelmiş bir ülkeyi dönüştürmek. Adları ne kadar “komünist” de olsa, Sovyetleri yönetenlerin aslında herhangi bir ideolojisi yoktu, daha doğrusu tek istedikleri sahip oldukları ayrıcalıkları sürdürebilmekti.
“Soğuk Savaş” yıllarında Beyaz Saray-Kremlin çekişmesi uluslararası dengeyi sağlıyordu ama Sovyetler asıl gücünü nükleer silahlardan alıyordu. Sovyet yönetimi önceliği ve kaynaklarını silahlanma ve uzaya ayırmış, kendini ABD ile rekabete kaptırmış, halkının mutluluğuna aldırmaz olmuştu. Evet, insanların barınma ve ısınma gibi temel ihtiyaçlar ücretsiz karşılanıyordu ama yaşam kalitesi son derece düşüktü.
Tüketim malı sıkıntısının baş gösterdiği bir dönemde iktidara gelen Gorbaçov, ülkenin reforma ihtiyacı olduğunu görüyordu ama hem ne kadar ileri gitmesi gerektiğini kestiremiyor hem de ayrıcalıklarını kaybetmek istemeyen grubun direnişinden korkuyordu. Gorbaçov’un iktidardaki yılları kararsızlıklarla, bir ileri iki adım geri atmalarla ve “nomenklatura” olarak adlandırılan hakim sınıfın direnişiyle geçti, sonuçta ise ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabildi.
Gorbaçov’un ekonominin yeniden yapılanmasını öngören “perestroyka” ve siyasi şeffaflık için ortaya attığı ” glasnost” reformları kelimenin tek anlamıyla cini şişeden çıkardı. Olaylar, onun tahmin edebileceğinin çok ötesine, önüne çıkan her şeyi yok eden, kendisini bile sürükleyen bir tsunamiye dönüştü. O dev dalgalar sadece Sovyetleri değil bütün Doğu Bloğu’nu, hatta “Berlin Duvarı”nı yıktı. Kendisi için işin en trajik yanı ise, yok etmeye çalıştığı siyasi rakibi Boris Yeltsin’in sonradan ona hayatı zindan etmesi oldu.
Bugün Rus halkının gözüyle bakıldığında, ülkenin 1991 yılı sonunda parçalanmasının tek sorumlusu Gorbaçov. Hem sorunları çözemeyen hem de Sovyetlerin dağılmasını engelleyemeyen Gorbaçov öldüğü ana kadar uluslararası alanda çok popülerdi ama halkı kendisinden hep nefret etti.
Malum, yabancı politikacıları “Türk dostu” ya da “Türk düşmanı” olarak etiketlemeyi çok severiz…Bu gözle bakıldığında Gorbaçov’un 1985-1991 arası, bırakın dost olmasını Türkiye’ye sempati duyduğunu söylemek bile olanaksız. “Soğuk Savaş”ın gözlükleriyle bakan Gorbaçov için Türkiye-elbette açıkça söylemese de- adını ağzına bile almaya değmeyecek bir düşmandı.
Ama Türkiye hakkındaki görüşleri 1990’ların başında Yapı Kredi Bankası’nın Moskova Temsilcisi Erhan Özçelik’in girişimiyle İstanbul’a ve Ankara’ya gelip bankanın düzenlediği konferanslara katılınca değişti. Hatta, o kadar değişti ki, Kafkasya kökenli olan Gorbaçov kendisini İstanbul’a davet eden bankanın Moskova’daki çalışanlarından Türk lahmacunu ve kebabı göndermesini rica etmeye başladı. Düzenli olarak Moskova uçağına verilen dondurulmuş lahmacun ve kebaplar havaalanından anında Gorbaçov’a ulaştırıldı. Gorbaçov bir gün Özçelik’e, kendi adını taşıyan vakfın inşası için bir Türk şirketi önerip öneremeyeceğini sordu. Özçelik’in yönlendirmesiyle sonradan Moskova’daki Gorbaçov Vakfı’nın binasını bir Türk şirketi yaptı.
Fotoğraf: Ağustos 1991’deki darbe girişimin ardından Gorbaçov’un ailesiyle Moskova’ya dönüşü.