Rapor almak memleket gerçeğimizdir. Aykırılığı tescilli benimse dilimde tüy bitmiştir; rapor alınmaz rapor verilir, diyerekten. Ha aldın ha verdin, ne fark eder? Çok şey fark eder. İkisi arasında dağlar kadar fark var. O iki dağın arasındaki vadiye ahlak deniyor.
Gene böyle bahar aylarıydı. Kızım liseyi bitiriyordu. Doğal olarak üniversite sınavı baş gündemiydi. “Anne ya, sınıf boşaldı, herkes rapor aldı sınava hazırlanıyor. Sınıfta birkaç kişi kaldık. Öğretmenler bile sabah bizi görünce siz niye hâlâ geliyorsunuz diye kızıyor. Valla bana rapor vermezsen, gidip A… teyzeye ya da B… abiye söyliycem, onlardan rapor istiycem haberin olsun” dedi.
Annesi gibi babası da doktor olan kızım, sınıf arkadaşlarının doktor tanıdığı olanlarının kolayca rapor aldığını, tanıdığı olmayanların bile parayla rapor aldıklarını tek tek örnekleyerek bir yandan beni ikna etmeye çalışıyor, öte yandan da doktor arkadaşlarıma başvurmakla tehdit ediyordu. Cilt doktoru olduğu için babasını devre dışı bırakmış, tümüyle bana yükleniyordu. Ben de neden rapor almayacağını (!) anlatmaya çalışıyordum ki bu sohbeti odanın diğer kösesinden dinleyen babası dayanamayıp noktayı koydu:
“Eğer rapor alırsan, seni de raporu veren doktoru da savcılığa şikâyet ederim.”
Kızım, babasının tehdidini gerçekleştireceğinden emin olduğundan bu tek cümle konuyu bir daha açılmamak üzere kapattı. Bense çenemi yorduğumla kaldım. Oysa bu konuda şöhreti olan bendim kocam değil. Cildiyeci olmak baştan onu bu dertten kurtarmıştı. Bense şöhretimi öyle kolay kazanmadım. Uzun yıllar boyunca süren çabalarımla edindim. İlk rapor olayım hekimliğimin ilk günlerine kadar uzanır. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Hekimlik yaptığım sürece ne rapor hikâyeleri yaşadım…
Tıptan mezun olduğumuzda, askeri darbe marifetiyle diplomalarımıza el konulmuş ve seçme sansımız olmadan memleketin dört bir yanına dağıtılmıştık. Benim şansıma “Ordu İli Milli Eğitim Bakanlığı Sağlık Merkezi” düşmüştü. Merkez lafına aldırmayın, bir okulun derme çatma müştemilatında bir hademe ve bir hemşire ile birlikte, köylerinden merkezine kadar Ordu şehrinde çalışan bütün öğretmenlerin ve Eğitim Müdürlüğü çalışanlarının sağlık sorunlarına bakmakla görevli tek hekimdim. Patronum da ilin eğitim öğretim işlerinden sorumlu olan müdürüydü, yani iktidar tarafından seçilerek atanmış bir öğretmen.
Devlet memuruysanız patronunuzla iyi geçineceksiniz çünkü kariyeriniz ona bağlıdır. Her 6 ayda bir yukarıya (!) hakkınızda rapor gönderen odur. O raporun yarısı mesleki becerinizin değerlendirilmesidir diğer yarısı ise devlete ve kuruma olan bağlılığınızın. Bu bağlılık denilen şey de aslında sizin ne kadar söz dinleyen biri olduğunuzun yani emir kulu olup olmadığınızın değerlendirmesidir. Üstelik yeni memursanız aslında memur da değilsinizdir. İlk sene memur adayı olarak çalışırsınız. Bir yıl dolunca, amirinizin hakkınızdaki raporu iyiyse memur olabilirsiniz yoksa işten atılırsınız. İşte o ilk yılın daha ilk ayı bile dolmadan, kariyerim hakkında tek yetkili olan o kudretli kişi bana telefon etti.
-Doktor hanım benim sekreter evleniyor. Yıllık izni bitmiş. Balayına gidecekler. Evlilik izni de üç günle sınırlı ya yetmez, sen bu kızcağıza yirmi günlük bir rapor veriver. Sevkini bir memurla hemen gönderiyorum sana.
-Müdür bey, madem sizin özel sekreteriniz, durumunu da biliyorsunuz, neden siz izin vermiyorsunuz?
-Böyle bir yetkim olsa, seni niye arayayım.
-Benim de böyle bir yetkim yok ki. Devletin vermediği evlilik iznini ben nasıl vereyim.
-Sana evlilik izni ver diyen mi oldu, sen rapor vereceksin.
– Yok, vermiycem. Ben hasta olanlara rapor veriyorum.
-Ne yani şimdi bu kız hafta sonu evlensin, pazartesi de işe gelip çalışsın mı diyorsun. İnsaf yahu, sen de bir kadınsın.
-Haklısınız, bence de çalışmasın, tatile gitsin, balayı yapsın. Ancak ben bu hanıma bir hastalık uydurup altına da imzamı atamam, bu her şeyden önce benim kendime saygım…
-Anladık anladık….
Yüzüme kapanan bu telefonun sonrasında başıma ne işler açtığını tahmin edebilirsiniz. Bazılarının dediği gibi elime mi yapışırdı kızcağıza bir rapor yazıverseydim. Elime yapışmazdı elbette ama onuruma yapışırdı. Onun yerine ismimin önüne sıfat olarak yapıştı, rapor vermeyen doktor olarak anılır oldum.
Bu hikâyeyi paylaştığım hiç kimse bana hak vermedi. Doktor arkadaşlarım bile. Onlar “müdürle amirle iyi geçinmek zorundasın, bir daha böyle bir şey yapma” diye akıl verdiler. Hekim olmayanlarsa “ne olurdu kızın işini görsen” diye mazlumdan yana oy kullandılar.
Zalim olan ben oldum. En iyi yorumda bile burnu büyüklükle, inatçılıkla suçlandım.
Şimdi müdürü düşünün, adam gayet iyi niyetli. Senelik iznini daha önce kullanmış olan sekreterine yasal olarak izin veremeyince bir çözüm üretmeye çalışıyor. Ben yolladığı kâğıt parçasına imzamı kondursam iş bitti gitti.
Şimdi bir de benim tarafımdan düşünün. Her şeyi bir yana bırakıp, sadece yasal açıdan bakalım. Ben düşünüp taşınıp 20 gün işe gitmeyi engelleyebilecek bir hastalık bulacağım. Sonra da bu kız o uydurduğum hastalığa yakalanmış gibi sevk kağıdına yazarak altına imzamı atacağım. O kız da evde resmen (!) istirahat etmesi gereken o günlerde, devletin bir kurumunca imzalanıp onaylanan resmi (!) bir belge ile evlenecek. Yani kızcağızın elinde iki resmi belge olacak. Biri yataktan çıkamayacak kadar hasta olduğunu söylerken, diğeri sapasağlam olduğunu kanıtlayacak. Evlilik cüzdanı yasal olunca benim raporun sahte olduğu yasalar karşısında çırılçıplak ortada. Ben hangi gerekçe ile yasal olmayan bu işlemi yapacağım. Kendi çıkarım için. Yoksa müdür canıma okur. Okudu da zaten.
Dikkat ederseniz işin ahlak yanına hiç değinmedim. Beni yasal açıdan suç işlemeye yönelten o iyi niyetli (!) müdürün aynı suçu kendisinin işlemeyeyse hiç gönlü yok. “Git kızım yap balayını, benden sana kafadan şu kadar gün izin” diyemiyor. Üstelik bunu demek için kâğıt imzalayıp yasa karşısında aleyhinde kanıt oluşturmasına bile gerek yok. Ancak elini taşın altına koymak istemiyor. Kendisi yerine doktor yapsın istiyor, ne de olsa o amir, bense emir kuluyum.
Yok, ben kimsenin kulu değilim. Memursam da emir almaya niyetim yok. Zaten henüz memur adayıyım o da darbe yasasının zoruyla. Benim memur olmaya ve kalmaya hiç niyetim yok. Bir doktor olarak eğer hastamın iyileşmesi için istirahate ihtiyacı olduğunu düşünürsem ona zaten rapor yazarım. Hastamın iyileşmesi için ilaç yazdığım gibi. İstirahat etmek de bir tedavi şeklidir çünkü. Hatta bazı hastalara ilaç yazmadan sadece istirahat yazdığım bile olmuştur. Hangi hastanın hangi tür tedavi ile iyileşeceğine karar vermek doktorun yetkisindedir. Bu yetkiyi hakkıyla kullanmak için uuupuzun eğitimler alıyoruz. Hastaları iyileştirmek için. Hasta olmayanlar ise kapsama alanımıza girmiyor. O alanlarda gelişen sorunlar doktorların sorunları değildir.
Hasta olmadığı halde rapor almaksa memleket gerçeğimizdir. O kadar yaygın bir sorun çözme yoludur ki kimse üzerinde kafa bile yormaz. Normalleşmiştir.
Doktorlar da ikiye ayrılır. Birinci grup sorununu anlatıp rapor almak istediğini söyleyenlere rapor verenler. Bunlar da ikiye ayrılır. Anlatılan sorunu makul bulup, çözümü için kendisi risk alarak istenen rapora imzasını çakan iyi niyetliler ki bunlar hekimlerin çoğunluğunu oluşturur. Bir de böyle olmayan hastalığı yazıp istirahat raporunu imzalamaktan kendine çıkar sağlayanlar vardır. Bu hekimler azınlıktır ama çok da az değiller. Bunlar ya doğrudan para talep ederler (ki böyle bir hekimle daha meslekteki ilk yılımda tanışıp, vereceği rapor süresine göre vizite ücretini nasıl pişkinlikle belirlediğini görüp şaşkınlıktan şaşkınlığa düşmüştüm) ya da rapor talep eden kişinin kendisinin ya da arkasının (!) politik gücünden ürküp, bu kişi bugün değilse de yarın başıma iş açabilir ya da işim düşerse o da benim işimi görebilir, diye düşünenlerdir. Bir de “şimdi yok vermiyorum dersem olay çıkacak, huzurum kaçacak, vereyim de gitsin başımdan,” diye düşünen kolaycılar var. Eh, ne de olsa o da bir çeşit çıkar sayılır.
Sonuçta şöyle ya da böyle sahte rapor yazan hekimler ne yazık ki çoğunluktur. Bir de ben misali burnunun dikine gidip “hasta olmayana rapor vermem” diye direnenler var. Direndikçe de herkes tarafından hor görülüp burnu sürtülmeye çalışılanlar.
“Rapor almaya geldim” de ne demek? Rapor alınmaz ki verilir. Doktorunuz hastalığınızın istirahat etmenizi gerektirdiğini düşünüyorsa zaten kendisi rapor yazar. Manavdan domates ister gibi rapor mu istenirmiş, falan filan diyenlerdir onlar. Onlar inatçı. Onlar uyumsuz. Onlar sistemin nasıl işlediğini kavrayamayan şaşkınlar. Onlardan biri olmaktan şeref duymaktayım, hem de memuriyette geçen bunca yıldan sonra…
Bizim memleketimizde rapor almak olağandır. Olağandan bile olağandır. Zaten bizde sistem böyle işler. Yasa kural vb. dert değildir, işler hep kitabına uydurulur. Kitabına uydurabilenler sistemde yerini sağlamlaştırır. Vazgeçilmezleşirler. Sisteme uyum sağlayamayanlar da sistem dışına atılırlar. Sistemin bizzat kendisi tarafından kusulurar. Olağandışının olağan olduğu yerde başka ne olsun ki.
İşte işler böyleyken böyle olduğu için, inşa edilen köprünün hesabını yanlış yaparak halat kopmasına neden olduğunu düşünen bir mühendisin intihar etmesi gazetelere manşet olur. Depremde yerle bir olan on binlerce binanın arasında dimdik ayakta kalan tek tük binanın mimar mühendis ve inşaatçıları ise çok daha büyük bir şaşkınlığa vesile olur. Nasıl ya, o kadar şiddetli depremde bina dediğin elbette yıkılır, bunların yaptıklarının yıkılmaması da neyin nesidir?
Yoksa sistemin nasıl işlediğini kavramayan çaylaklar hâlâ mı var bu memlekette.
Vazgeçilmez (!) inşaatçılarımızın arasına böyle yaban otları da mı karışmış? Depremde yıkılmayan o binaları var edenlerin varlığı, vallahi olacak iş değil…
Ayyy bunlar ahlak bekçisi olan salaklar işte. Çalmamışlar, çıkarlarının gereğini yapmamışlar, kendi belledikleri yoldan sapmadan düpedüz yürümeyi marifet bilmişler. Neyse canım, çok da şaşkınlığa gerek yok. Sistem henüz fark etmediyse bile eninde sonunda onları da fark eder ve kusup atar. Ne de olsa bünye alışık değil, sindiremez…
Tersinlemeyi daha da uzatmanın lüzumu yok: İşini gereği gibi yapmamak nasıl ahlaksızlıksa “git bir rapor al” demek de öyle ahlaksızlıktır. Ahlak denilen şeyi bacak arasında arayanlarsa omuzlarının üstünde saksı taşıyanlardır. Ah benim rengarenk saksılarla bezeli memleketim…
Aman yanlış anlamayın, ben çiçekleri çok severim. Saksıdan yana dertliyim.