Yaklaşık 15-20 yıl önce 2 kafadar Erzurum’a gidiyoruz. İstanbul’dan direk uçak bulamadığımız için Ankara aktarmalı uçuyoruz.
Benim için şahane, uçağa binmekten hiç hoşlaşmayan arkadaşım için felaket bir yolculuk oluyor. Neyse ki vukuatsız iniyoruz Erzurum’a. Oranın nüfuslu ailelerinden, ağalarından biri müşterimiz. Gündüz görüşmelerimizi yapıyoruz, akşam bizi evine yemeğe davet ediyor. Anadolu insanın misafirperverliği böyle işte. Misafirler evde ağırlanıyor. Kolaya kaçmak, akşam dışarıda buluşalım 2 tek atalım yok. Hatta 2 tek atalım kısmı hiç yok, çünkü yasak!
Neyse gelelim bizim beyefendiye. Ben o zamanlar bu kadar meraklı Melahat değilim, şimdi olsa yanıp tutuşurum yöresel yemeklerin tadına bakmak için. Benim kafadar da perişan zaten. Hem hasta hem de yol tutmuş. Gidesimiz yok ama hayır diyemiyoruz. Büyük ayıp olur çünkü.
Neyse akşam oluyor evine gidiyoruz Erzurumlu beyefendinin. Gitmeden önce de methini duyuyoruz evin, şöyle dekore edildi, böyle görkemli vb.
Hafif bir merak oluşuyor bende. Erzurumlu beyefendi bizi kapıda karşılıyor son derece sıcak bir şekilde. “Hoş geldiniz, buyrun!” diyor. Giriş şahane. Sadece giriş kısmında bile at koşar. Kim bilir salonu nasıldır diye düşünürken Erzurumlu beyefendi konuşuyor. “Bacım bizde evler harem selamlıktır, sizi mutfağa alalım!” Arkadaşıma da “sizi de salona” diyor. Nasıl yani? Erkek olduğu için onu başköşeye alıp, beni arkaya, mutfağa mı gönderiyor? Haksızlık bu ya! Salonu göremeyecek miyim? Mutsuz ve çaresiz mutfağa gidiyorum. Mutfakta bir dolu hanımefendi.
Evlisi, bekarı, hamilesi, çocuklusu her türden hanımefendi. Mutfak fabrika gibi. Bir dünya yemek pişiriliyor. Bende o zaman çocuk yok, evli hatta nişanlı bile değilim. Mutfakta bir evlilik ve çocuk muhabbeti başlıyor, hiç anlamadığım. Söz, nişan filan soruyorlar. o da yok ben de. Sevgilim var ama söyleyemiyorum hoş karşılanmaz diye. Hababam bir yemek konuyor önüme, bitiriyorum yenisi geliyor. Çatlatacağım ama ayıptır, günahtır derler diye bırakamıyorum. Neyse sonunda gerçekten dayanamama noktasına geliyorum hem yemekten hem de muhabbetten. Diyorum ki “Ben izninizi istiyorum!”. Anlayamıyorlar önce, evi terk ediyorum filan sanıyorlar. “Ben kahvemi salonda içeceğim” diyorum. Önce bir sessizlik.
Sonra evin hanımı “Peki” diyor. Koşa koşa gidiyorum salona. 7-8 erkek oturmuşlar mis gibi muhabbet ediyorlar. Ben içeri dalınca hepsi birden ayağa kalkıyor. Diyorum ki “kusura bakmayın ben batıdan geldim. Bilmem böyle adetleri. Ben kahvemi burada içmek istiyorum”. Ev sahibi yine en sıcak haliyle ve kocaman gülümsemesiyle “tabii buyrun” diyor ama salondaki tüm misafirlerin aniden işleri çıkıyor ve gitmeleri gerekiyor! Ben kuruluyorum baş köşeye. Benim kafadar hem hayretle bakıyor hem de güldü gülecek zor tutuyor kendini. Ev sahibi sohbetine kaldığı yerden devam ediyor. Endonezya seyahatini anlatıyor, timsahlarla çekilmiş fotoğraflarını gösteriyor. Erzurumlu konuştukça kaybettiğim saatlere hayıflanıp duruyorum. Ben saatlerdir mutfakta çoluk çocuk muhabbetini dinlemek zorunda kalmışım. Haksızlıktı bu. Kahvelerimizi, evin kızı salon kapısında damada teslim ediyor. Damadın elinden içiyorum süt ile yapılmış Türk kahvesini. Tadına da bayılıyorum. Sancılı başlayan gece, keyifle sona eriyor. İstanbul’a da davet ediyoruz.
Ertesi gün eve dönmek üzere Erzurum Havalimanı’na gidiyoruz. İsmi lazım değil bir havaalanı yetkilisi de tanıdık çıkıyor. Tutturuyor bir çay içelim diye. Tabii şahane olur da uçak kalkmak üzere. Yok bacım ben bekletirim uçağı diyor. Biz şok! Oturuyoruz ofisinde, camdan uçağı seyrediyoruz. Herkes biniyor, uçak bizi bekliyor. Biz 2 kafadar elimizde çay, müdür beyin bizi salmasını bekliyoruz utanç içinde. Çaylarımız bitince yolculuların kızgın bakışları altında uçağa binip, yerimize oturuyoruz…
Bu hikayeyi uzun süre gülerek anlattım. Marifetmiş gibi! İsyan bayrağını çekip nasıl salona girdiğimi, salondaki tüm erkeklerin salonu terk edişini, uçaktaki yolcuları nasıl beklettiğimizi. Ta ki bir kişisel gelişim eğitimine katılana kadar. Hoca hangi soruyu sordu da ben Erzurum’u anlatmak zorunda kaldım hatırlamıyorum ama sınıf kıkır kıkır gülerken öğretmenin bana kızıp, beni saygısızlıkla suçladığını unutamadım. Üzerinde düşündüm sonradan. Ziyaretlerine gittiğim insanların kendilerine ait örf ve adetleri vardı. Ben asilik yapıp özetle “sizin örf ve adetlerinizden bana ne” demiştim. Düpedüz terbiyesizlik!
Onlarsa müsemma gösterip gülüp geçmişlerdi. Ne kadar olgun, ne kadar saygıdeğerlermiş. Gecenin sonunda güler yüz ile dost olarak ayrılmıştık.
Bana güzel bir hayat dersi verdiler. Ya alttan almasalardı? Ya onlar da benim gibi yapsaydı? Ya benim alışkanlıklarıma saygı göstermeyip beni evden kovsalardı? Ne olacaktı? Kavga mı? Savaş mı? Çatışmaların çoğu da böyle başlamıyor mu zaten? Farklılıklara, insanların örf ve adetlerine, görüşlerine, inançlarına saygı duyulmadığı için başlamıyor mu? Bu konu üzerinde biraz düşünmek lazım. Saygı görmediğimizi söylediklerimize biz saygı duymuş muyuz zamanında acaba?
Sevgiyle kalın…