Bir aile ziyaretindeydik. Kıştı mevsim, sene 1979. Dört kişiydik o yıllarda hep olduğu gibi. Ben 12, kardeşim 10 yaşındaydı.
O akşam ziyaret ettiğimiz aile baba tarafından akrabamızdı. Küçüğü benimle akran olan, büyüğüne ağabey diye hitap ettiğimiz iki erkek çocukları vardı. Belki yılda bir, belki daha seyrek görüşülüyordu ama bizim için tadına doyum olmaz akşamlardı bunlar. Evin oturma odası dört çocuk hemen kapanıp oyuna daldığımız küçük odadan koyu kırmızı renk, kalın bir panjurla ayrılıyordu. Bunu başka bir evde görmemiştim; o ev benim için kırmızı panjurlu evdi. Televizyon bizim oynadığımız odada olduğu için pek ilgilenmediğimiz tek kanallı yayının sesi bizim gürültümüze karışırdı; ama nedense kısılmazdı. O yaşta dahi tanınmış bir isim olduğunu biliyormuş ve büyükleri şok edecek bir haber olduğundan tereddüt etmemiş olmalıyım ki hemen kapalı panjuru sola doğru açıp seslenmiştim:
“Abdi İpekçi öldürülmüş!..”
Büyükler o esnada ne konuşuyorlardı, kim bilir. Ama büyük bir şaşkınlıkla koltuklarından kalkıp televizyonun başında dikkat kesildiler. Ara sıra birbirlerine bir şeyler söylüyor, sonra o yıllarda yüzlerinde sık sık gördüğüm endişeyle ellerini ağızlarının önüne, başlarına götürüp susuyor, dinliyor, izliyorlardı. Maktulün esmer yüzü, ciddi ifadesi, dudağının üzerinde ince, siyah bıyığı, yanlarda ağarmış siyah saçları, şoför mahallindeyken suikasta kurban gittiği BMW marka arabası o akşamdan itibaren ekranlarda, sabahtan itibaren de siyah beyaz başlıklarla çıkan gazetelerdeydi.
Bizim aile gibi politik sivrilikleri olmayan, etliye sütlüye pek bulaşmayan çevrelerde “gidişat kötü, ne olacak ülkenin hali?” sorusunun sık dillendirildiği karanlık bir dönemde olduğumuzu biz çocuklar dahi hissediyorduk. Elbette ülkenin uçuruma yuvarlanmasına neden olan ekonomiyle, iç ve dış siyasetle, güvenlikle ilgili sebepleri bilebilecek yaşlarda değildik; ne var ki çocuk zihinlerimizin dahi “terör”, “darboğaz”, “grev”, “kardeş kanı”, “örgüt”, “kıtlık”, “gösteri”, “suikast”, “cinayet” kelimelerinin bombardımanında isabet almaması mümkün değildi. Üniversitelerin sık sık basılmaları, boykot edilmeleri, sağ ve sol görüşlü öğrenciler arasında çıkan taşlı sopalı kavgalar, yeni başlayan öğrencilere “sağcı mısın solcu mu?” diye sorulması, bizi okula götüren servis arabalarının şoförlerine üniversitenin yakınından geçen ağaçlı yolda aracı hızlı sürmeleri gerektiğinin söylenmesi, bizim lisenin kampüsüne dahi bazı grupların ellerinde sopalarla dayandıkları söylentileri çok değil 5-6 yıl sonra üniversite yaşına gelecek bir ortaokul öğrencisi olarak babama sık sık “biz nasıl üniversiteye gideceğiz?” diye sormama neden oluyordu.
Eminim, bizlerle akran çocukları olan bütün ailelerde bu konu konuşuluyordu. Her günün akşamında o gün kaç kişinin öldürüldüğünün konuşulduğunu, apartmanın üst katlarında oturan üniversite mezunu bir ağabeyimizin götürüldüğü karakoldan saçları kazınmış biçimde geri döndüğünü, suikastların sigaraların içerisine yakıldığında infilak etsin diye bomba yerleştirilecek kadar hedef seçmez hale geldiğini hatırlıyorum.
12 Eylül 1980 günü, sabaha karşı babamın ayak sesleriyle uyandım. Yatağımdan kalkıp koridora çıktığımda karşılaştığım babama “ne oldu?” diye sordum ve “ordu yönetime el koydu” cevabını aldım.
Ben 14 yaşındaydım, kardeşim 12. Oturma odasında babamın kardeşime radyo dinlettiğini, “bakalım anlayacak mı olan biteni?” diye onu denediğini gördüm. Sokağa çıkma yasağı konmuştu. Sabah gazeteler orduya destek manşetleriyle çıktılar. Ekranlarda Kenan Evren ordu müdahalesinin gerekçelerini anlatırken ülkede sükunet hakimdi. Toplum yıllardır süren sağcı-solcu, Alevi-Sünni kavgalarından, sürüklenmiş olduğu kaostan yorgun düşmüş, sus pus bir halde ülkenin yeni liderinin yüzüne, sesine alışmaya koyulmuştu.
Sanki bir el terörün, suikastların, tüm gürültünün, patırtının düğmesini kapatıvermişti.
Darbeyi halkın genelinin desteklediği algısını yaratan yalnızca eleştiri mekanizmalarının sonuna kadar kapalı olması değildi. Dalgalarla boğuşmakta, tükenmekte olan bir toplum nefes nefese, nihayet bir kıyıya ulaşmış gibiydi ve o kıyıda onu nelerin beklediğiyle ilgilenecek mecali yoktu. Kasım 1982’de referanduma sunulan darbe anayasasına her yüz yurttaştan sadece dokuzu hayır oyu verdi.
43 yıl geçti üzerinden. 12 Eylül 1980 darbesinin gerekçesinin sığ bir biçimde “akan kardeş kanını durdurmak” veya “kaybolan devlet otoritesini tesis etmek” ile açıklanamayacağı, müdahaleye zemin hazırlayan koşulları içermeyen analizlerin yeterli olmadığı uzun bir süredir tartışılmaz birer gerçek olarak karşımızda duruyor. 13 Eylül sabahı silah seslerinin artık işitilmediği bir güne uyananlar tünelin ucunda gördükleri ışığın yüz binlerce kişinin fişleneceği, yargılanacağı, kuşkulu bir biçimde ya da işkenceyle öleceği, binlerce kişiye idam cezası isteneceği, örgüt üyesi olmakla suçlanacağı, işinden olacağı, derneklerin faaliyetlerinin durdurulacağı, binlerce siyasi mültecinin soluğu yurt dışında alacağı ve nihayet ülke tarihinin son idam cezası infazlarının uygulanacağı günlerin habercisi olduğunu zamanla öğrendiler. Darbenin ekonomi-politiği, küresel sermayenin hedefleriyle, ülkede yükselen solcu akımlarla, örgütlü işçi sınıflarıyla ilişkisi, neden olduğu başta cezaevleri üzerinde trajediler üzerine pek çok kitap yazıldı, araştırmalar yayınlandı.
Şu bir gerçek ki darbenin 43. yılında ülkede yaşayanların çoğunluğu 1970’lerin, 1980’lerin canlı tanığı olmadığı gibi o günlerin üzerine yazılmış herhangi bir şeyi okumuş değil.
Gözümü açtığım kentin o siyah beyaz yıllarından bana Kaynanalar, Kaçak Dr. Richard Kimble, Komiser Kolombo, Avukat Petrocelli, Uzay Yolu, İsviçre şehirlerinin okunduğu gibi yazılmış isimlerini taşıyan, ulusların bayraklarının yan yana dizildiği fuar kapılarının bulunduğu meydanlar, bugün körfezde balıklara yuvalık yapan kocaman, kalabalık, sık sık tutundukları elektrik hatlarından kurtulup sağa sola sallanan boynuzlarıyla, bellerinde kabarık meşin bozuk para çantalarıyla, şoförle “tamaam”, “basamaak” diye seslenerek haberleşen, simaları yolculara tanıdık olan biletçileriyle troleybüsler, çift atlı, yanlarında fenerleri, körüklü tenteleriyle, çıngırak sesleriyle, kırbaç şaklamalarıyla, üzerlerinde sünnet çocuklarıyla faytonlar, bir Fiat modelinin şasesine oturtularak üretilmiş, laciverti pek makbul, arka koltuklarında çocukların güzel güzel oyunlar oynadıkları Murat 124′ler, sinemaların önünde gazete kâğıdından kıvrılarak yapılmış külahlarla, çay bardaklarıyla satılan çekirdekler, pamuk helva arabaları, depremde boynunu bükmüş yorgun saat kulesinin önünde çocukların attığı yemlere koşuşan güvercinlerin kanat sesleri, sokaklarda seyyar dondurmacıların, duraklarda dolmuş çığırtkanlarının nidaları kaldı.
Anılarımız var her birimizin. Kişi olarak olduğu gibi toplum olarak da geleceğimize bunlarla yürüyoruz. Bunlar bizim görünmez dikiz aynalarımız bir bakıma. Hepimiz biliriz ki en tecrübeli şoförler bile dikiz aynalarından vazgeçmezler. Çünkü ara sıra arkamıza göz atmadan güvenli bir sürüş yapmamız zordur. Bir yerlere, birbirimize çarpıveririz sonra.
Birileri yine uygun bir araçla gelir ve enkazımızı yuvarlandığımız şarampolden kaldırıverir...
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.