İnan Özbek
Yüksek enflasyon, tırmanan kurların yarattığı maliyet artışlarının, kur geçişkenliğinin yüksek olması nedeniyle hızla fiyatlara yansıması sonucunda enflasyonun bir kez daha artması olgusuyla, kısaca kur-enflasyon sarmalı ve daha birçok makro sorunla boğuşan ekonomimizin kırılganlığı son günlerde dünya ekonomisinde yaşanan gelişmelerle daha da artacağa benzer.
Dünyanın milli gelirinin yaklaşık yarısını üreten ABD ve Avrupa Birliği’nin merkez bankaları; FED ile ECB’nin enflasyonu dizginleyebilmek adına agresif faiz artışlarına giderek daraltıcı para politikaları uygulamaları sonucunda beklenen oldu ve bir süreden beri ekonomistlerin dillendirdikleri resesyonun (durgunluk) somut kanıtları ortaya çıkmaya başladı.
Örneğin; geçen hafta içinde açıklanan ABD’nin 2022 ikinci çeyrek büyüme verisinin hafif bir daralmaya işaret etse de, ilk çeyrekteki gibi küçülme yönünde gelmesi, resesyonun teorik tanımı olan “ekonominin en az iki çeyrek üst üste daralması” olgusunu karşıladığı için Amerikan ekonomisi teknik anlamda resesyona girmiş oldu.
FED Başkanı Powel faiz kararını açıklarken, bankanın önceki başkanlarından ve efsanevi bir isim olan Alan Greenspan’ın, “Açık konuşursam beni yanlış anlayabilirsiniz” sözüne uygun olarak “FED konuşması” denilen tarzda ketum bir üslupla konuşsa da, yüksek enflasyonla mücadele için gerekirse faiz arttırmaya devam edileceğinin sinyalini verdiği için yanmaya başlayan durgunluk ateşine odun taşımış oldu aslında.
Küresel durgunluğun yaratacağı dış talep daralmasıyla ihracatımızın ivme kaybederek azalacak olması, ekonomi yönetiminin düşük faiz, yüksek yatırım ve üretim, mümkün olduğunca fazla ihracat ve bu yolla cari fazla verilerek döviz kıtlığı sorununun ortadan kaldırılması ve dolayısıyla kurların dengelenmesi mantığına dayandırdığı ve zaten şu ana kadar başarısız olmuş bulunan “yeni ekonomi modeli”nin adeta dizine ateş ederek modeli iyice sakatlayacaktır maalesef.
Ülkemizin döviz varlıkları hiçbir zaman döviz yükümlülüklerini geçmediği, öteki deyişle döviz açığı kronik sorunumuz olduğu için, döviz girişini azaltarak sorunumuzu büyütecek olan bu durum, içerideki sorunlarımızla birleşince ekonomimiz için açık ve yakın bir tehdit olarak döviz krizi riskini doğurmuş bulunmakta.
Şöyle ki;
1) Merkez Bankasının döviz rezervinin 100 milyar doların altına inerek 98.5 milyar dolar seviyelerine düşmesi, para takası anlaşmalarıyla (swap) gelen tutar düşüldükten sonra ise net eksi 54 milyar dolar düzeyinde olması.
2) Cari açığın büyümeye devam ederek, geçtiğimiz hafta açıklanan ve 8.6 milyar dolar olan Haziran ayı açığıyla birlikte, bu yıl için 36 milyar dolar seviyesine çıkmış olması.
3) Bir yıl içinde ödenmesi ya da borç servisi yoluyla çevrilmesi gereken kısa vadeli dış borç stokunun geçen ay itibarıyla 182 milyar dolar gibi oldukça yüksek bir rakama ulaşmış olması.
4) Dış borç servisinde şimdiye kadar sorun yaşamamış olsak da, ülke riskimizin çok yükselmesi ve CDS’lerin (Kredi Sigorta Primi) 500 ve üzeri rakamların yüksek riskli sayıldığı bir ortamda, neredeyse 900 seviyelerine çıkmış olmasından ötürü, borç yenilemelerinin çok yüksek faizle yapılabilecek olması.
5) Bankaların yurt dışından aldıkları sendikasyon kredilerinin yenilenme dönemlerinin çoğunlukla Ekim-Kasım aylarına denk gelmesi ve bankaların, yüksek faiz oranlarıyla karşılaşacaklarından yenilemeye sıcak bakmama ihtimallerinin bulunması.
Son olarak, Merkez Bankası verilerine göre; bankalar dışında özel sektörün kısa vadeli dış borç stoku 50 milyar dolar civarında bulunduğu ve bu borçların bir kısmının vadelerinin de sonbahar ayları olduğu düşünülürse, yaz aylarında turizm gelirleri sayesinde hafif hissedilen döviz sorununun, çok yüksek miktarda bir döviz girişi sağlanamazsa, önümüzdeki aylardan itibaren ağırlaşarak azar azar yaşanan kur artışlarının yerini kur ataklarının alması ve bir sonraki aşamada da, sorunun bir döviz bunalımına evrilmesi muhtemel gözükmekte.